İletişim Formu

 

Sahip Olunmayan Adama Duyulan Özlem

Selam Gökkuşağının tüm renklerine,

Saat 17:00.. Erken gelmişim Taksim'e. Her zamanki, bilindik insan kalabalığı... Hemen hızlıca Fitaş'a gidip en erken seans'a alayım biletleri, diye geçiyor aklımdan. Henüz kimse gelmemiş! 18.00'da en yakın seans.

"5 tane bilet alabilir miyim? Evet, hepsi yan yana olacak."
"J-5 , J-6, J7, J8, J9"
"Kendimiz seçemiyoruz, değil mi?"
"Hayır; ama rahat izleyebileceğiniz yerden verdim."
"Pekâla, teşekkür ederim."

"Evet kanka, saat 18'deymiş film. Ben aldım biletleri, merak etmeyin."
"Tamam. Siz acıktınız mı? Tamam o zaman, ben yiyorum!?"
"Tamam, hadi görüşürüz."

Burgerking yine hayat kurtartıyor. Evet, evet. Sporu bıraktığımdan beri aldığım kiloların bir sebebi de burası. Yine de sorun değil, nasılsa yarın yeniden başlıyorum spora. Son bir kez tadayım şu sağlıksız; ama karşı konulamayan hamburgerleri.

Saat 17:20. Oha, telefonun şarjı %3. Kodumun yerinde priz de yokki arkadaş! Chaplin mi, yoksa Starbucks mı? Sikerler, kazanacaksa, ibne mekanı kazansın. Ama nefret de ediyorum Chaplin'e tek başıma girmeye. Sanki tüm o muhabbet edenlerden farklı bir şey arıyormuşsun da o yüzden gitmişsin gibi... Allah'tan priz yanı masalardan biri boş. Balkon tarafındaki, soldaki. Telefonu takıp, tableti açıyorum. Sırf o kadar insanla göz göze gelmemek için. Sürekli yanında farklı biriyle gördükleri beni, mekanda tek başıma niye oturduğumu bir de onlara açıklamak zorunda kalmamak için. Yine de bir kaç tanıdık yüz... Ve uzaktan, kafayı hafif eğerek verilen selamlaşmalar. Neyse saat 17:50 !!

"Burger'ın önünde beklemeyin kanka. Siz Fitaş'a geçin, ben de Galatasaray Lise'sinin oralarda bir kafedeyim. Geliyorum hemen..."

Yalanın bini bir para. Ne kadar sıkıldım; aklında ne varsa direkt söyleyen ben, konu ibnelik olunca tek kelime doğru konuşamıyor olmaktan. İçim daraldı, toparlandım hızlıca. Sanki birini bekliyormuşum da ekilmişim gibi... Gelmeyeceğini anlayınca da gerisin geriye evime dönüyormuşum gibi salakca bir his girdi içime. Sanki her göz göze geldiğim çocuk bana bunu söylüyor gibi.

Nihayet arkadaşlarım geldi. Heterocanlar!! Sarılıp, öpüşmeler; hal hatır sormalar felan fistan. Onlar 2 çift ben aralarında sap. Nasıl oturulacaktı başka? Tabi ki solumda 2 sevgili, ortada ben, sağımda 2 sevgili. O romantik sinema muhabbetleri. Solumdaki arkadaşın sol eli kız arkadaşında, sağımdakinin sağ eli... Avuçları birbrine değerek izliyorlar filmi. Ara ara bir şeyler fısıldıyorlar kulaklarına. Zaman zaman film için beni de katıyorlar muhabbetlerine felan fistan. Film hakikatten harika. 3 saatten fazla sürüyor film. Evet Hobbit2'den bahsediyorum. Filmin eleştirisini yapamayacağım ama şimdi sizlere.

Saat daha 10 olmadı. Bir şeyler içelim diyorlar. Ama sıkıldım ben. Ottan boktan sıkılmak gibi bir de harika(!) özelliğim var. "Abi takılın siz, benim az biraz işlerim var, eve geçmem lazım." Aaaoaa, olmaz oğlum'lar, kaç zamandır beraber dışarı çıkmıyoruz, iki eğlenelim. Oyun bozanlık yapma'lar. Sıra sıra gönül koyucu, trip atıcı cümleler. Yiiook; ama onlar da biliyorlar beni. Kafamda varsa bir şey, ikna edemeyecekler beni. Onlar gönül kırgınlığı içinde, vedalaşıyoruz sinemanın önünde.

Saat henüz 10 olmamışsa, her Taksim dönüşü yaptığım gibi metro-metrobüs ikilisi yapmak yerine Tunel'e doğru yürüyüp Karaköy iskelesine yöneliyorum. Hava serin; ama öyle üşütmüyor da. Yine eylemvari bir hava var, Taksimde. Alabildiğince insan kalabalığı... Yer yer atılan, tam duyamadığım sloganlar. Belli noktalarda toplanmış daha kalabalık insanlar... Kimisi yine slogan atıyor. Kimi dans eden rus ya da slovakvari ablayı izliyor. Kimisi de ilerdeki çalan karadenizli arkadaşla horon tepiyor... Neden sonra kulaklıklarımı takmak ve tamamen bu kalabalıktan soyutlanmak geliyor aklıma... Ve şimdi kulağımda en sevdiğim müzikler. Başka kimseyi duymuyorum. Öylesi bir kalabalıkta kimseyi duymadan yürümek, hele ki yalnızsanız bir de tamamen görünmez olmuşsunuz hissi veriyor insana. Sırtımda çantam, ellerim iki yana açık yürüyorum. Hafif sis var sanki bu akşam İstanbul'da. İstanbul'un en yakışıklı olduğu akşamlardan biri...

El ele dolaşan binlerce insan geçiyor yanımdan. Melankolikleşiyorum ister istemez. "Bok etme bu akşamı, düşünme!", diyorum bunları kendime. Daha kendime bunları söylediğim sırada, karşıdan bir başka mutlu çift geliyor. Yine elleri birbirine kenetlenmiş. Hayatta çok az şeye imrenirim ben. Belki o yüzden sigarayla, lüksle cartla curtla işimin olmaması. Ama işte o el ele insanları her görüşümde çok derinlerimde bir yer, hep tekrar tekrar yaralanmış gibi sızlar. Hiç bir zaman sahip olmadığım aşk'a öyle ilahi bir ihtiyaç yoklar ki kalbimi, gözlerim dolar hemen akabinde. Hiç bir kere yanında heycandan duramadığım, gözlerine bakmaya kıyamadığım bir erkeğin elini tutamadım... Çoğunuz için bu öylesine basit bir eylemken veya defalarca yapmışken, bu benim içimdeki en büyük eksikliklerden biri. Sevdiğim arkadaşlarımı, gerçekten çok severim ben. Bazen iki sevgili gibi kol kola, sarmaş dolaş dolanırım. Yanak sıkmalar, kalabalığın içinde hiç çekinmeden öpücük atmalar, göz kırpmalar cart curt. Ama hiç bir zaman, arkadaşlarım dahil, bir erkeğin avuçlarının, avuçlarıma değmesine izin vermedim. O kadar özel, o kadar temiz bıraktım orayı. İlahi bir saflıkla. 2 buçuk yıl oldu, ibne ortamlarına gireli. Bir ibne olduğumu kabul edeli. Yine de bir başka erkeği "sevdiğim" diye kabul edip, el ele dolaşamadım sokaklarda. Çok hoşlandığım çocuklar oldu; ancak ileriye taşıyamadığım. Tanrı, anlamadığım bir şekilde nasip etmiyordu bir aşkı bana. Üniversitedeki eğitimim ve şuanda sahibi olduğum iş'imle alakalı hayalini kurduğum ne varsa, hepsi aklımın almadığı bir hızla, hayallerimin ötesinde güzel bir şekilde gelişirken - ve ben bunun için gerçekten defalarca defalarca şükrederken Tanrı'ma - aşk söz konusu olduğunda Tanrı'nın ördüğü yüksek duvarların arkasında kalıyordum sanki. Bir şekilde herkesi benden uzak tutuyordu Tanrı. Artık ilahi bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Yoksa ulan 2 buçuk yıldır, abartısız 3 bin 5 bin insanla tanışan ben, kimisiyle beraber oturup bir şeyler yiyip içen ben, illaki birisiyle bir şeyler yaşardım.

Gözlerim dolu, kafamda deli gibi akan yüzlerce, neden?? sorularıyla Tünel'e doğru yaklaştım. Sol elimi cebime koydum, sağ elim boşta yürüyorum insan kalabalığında. Sanki elimden tutan birileri var gibi. Salakça görüntüler geliyor gözlerimin önüne. Bir gün el ele geçeceğim biriyle bu yollardan. Şimdi boşta duran o sağ elimi birisi sıkı sıkıya kavramış olacak. Gözleri aşkla bakacak bana. Aşk'tan biraz daha fazlası olacak ona karşı hissettiklerim. Hiç bir zaman sahipliğini hissedemediğim o sıcak yuva, ev duygusunu hissedeceğim onla. Kendi ailemle hiç bir zaman içime sinmeyen o derin aile kokusu, onun vücudundan yayılıp ulaşacak bana. Evim, yuvam, ailem olacak. Herkesten koruyacağım, herkesten korunacağım sığınağım. Sevgili olup da kalabalık ne der diye el ele dolaşamayan ibne tiplerine inatla, el ele, kol kola, sarmaş dolaş gezeceğiz. Benim bütün dünyam olmuş bir adam varken yanımda, ulan dışarda kalan diğer herkes niye umurumda olacak?? Hiç biri bizi sevmesin. Hepsi bize nefret eder gözle baksınlar kaç yazar?

Tünele girmek istemedim. Eğer ki sevgilim olsaydı yanımda, o da Galata'ya doğru uzanan soldaki ara yoldan yürüyerek inmemizi isterdi. Yabancı nüfusunun arttığı o ara sokakdan inmeye başladım. O çocuk; herşeyim olacak adam, kimle napıyordu şimdi? Yine o komik sorular... Kaç kişi böyle özlemle beklenebilir ki? Neye benziyordu, kimbilir. O kadar hayal kuran ben, beceremediğim tek şey, onu birilerine benzetmek. Niye bilmiyorum; ama ne zaman ki birilerine benzetmeye çalışsam, hep içim daralıyor. Bir şekilde tanıdığım hiç kimsenin yüzü sinmiyor onu resmetmeye. Tüm bildiğim yüzleri unutur gibi oluyorum her seferinde. Böyle parlak bir beyazlık kalıyor geriye. Işıklar içinde görünen silik bir adam silüeti. Bir türlü tandık kimseye benzetemediğim, ama içimi ısıtan bir görüntü...

Karaköy - Kadıköy iskelesine vardığımda 21:35 saat. Tünel'le inseydim Karaköy'e yakalayabileceğim geminin, suları köpürte köpürte gidişini izliyorum. Madem öyle, iskelenin az ilerisindeki banklara yöneliyorum ben de. Sıra sıra balık tutan adamlar, gençler... İstanbul'un en tarih kokan, hep içinde derin bi güzellik barındıran görüntüsü. Hepsi sessiz, hepsi bir şeyler düşünür şekilde, oltalarının hareket etmesini bekliyorlar. Binbir düşünce akıllarında. Kimisi arkadaş grubuyla takılıyor, derin bir muhabbet içindeler. Ellerinde kağıda sarılı içkileri, yüzleri gülüyor. Boş bir banka oturuyorum. Tam karşımda tüm ihtişamıyla Ayasofya ve Sultanahmet beni izliyor. Sisli bir akşam olduğu için sadece parlayan ışıklarından anlayabiliyorum onlar olduğunu. N'olurdu böylesi bi akşamda, şu bankın boşta kalan diğer kısmında, avuçları avuçlarıma değen bir başka adam otursaydı. Biz de kendi sohbetimizi etseydik. Belki devam eden eğitiminden, ya da iş yerindeki yapılacaklardan felan. Ya da hep hayalini kurduğum gibi beraber yaşadığımız evdeki problemlerden. Gelen faturalardan, alınması gereken o çok gereksiz; ama illaki bulunması gereken eşyalardan. Sessizce kalakalsak arada sırada. Benim ona aşık olduğum kadar o da aşık olsa İstanbul'a. İkimizinde soluğunu kesen bir güzellik olsa İstanbul. O benim omzumda ya da ben onun omzunda izlesek o nefes kesen, her dakikasında defalarca, taa en baştan aşık eden şehrin ışlıklarını; kalabalığını. Soğuk havayı ısıtan tek şey teninden yayılan ısı, koklamaya doyamadığım bir yuva kokusu olsa buram buram. Burnumla solusam istemsiz, bu yüzden havayı. Daha güvenli hiç bir yer yokmuşcasına yaslansam ona. Sanki zaman durmuşcasına, sanki tüm dünya bizi unutmuşcasına. Biz birbirimize kalsak. Geriye kalan her şey sizin olsa... İki çocuk sevse birbirini. Ötesi olmasa.

Derken, saat olmuş 22:00. Vapur'da gelmiş zaten. Yine o kimsesiz; sahipsiz ben...

Hani yan bankta oturan amca; kalkmadan önce yüzümü ellerimin arasına alıp, sıkı sıkıya avuşturup, derin bir iç çekip, kalktım ya ayağa, vapura gitmek üzere.. ve o sırada gözlerini ayırmadan ne derdim var acaba diye meraklı gözlerle izliyordun beni. İşte buydu tüm hikayem. Sahip olamadığım bir adama duyulan özlem. İlahi bir bekleyiş...

Gönlünüzde saf kalan şeylere sıkı sıkıya tutunun. Bir gün illaki sahibi gelecek hepsinin.
Ve o gün, siz, Tanrı'nın Cennet'ine davet edileceksiniz...

Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown

Farklı Bir Hayat | Empati

Merhaba,

Bugün biraz olsun kendimden bahsedeceğim sizlere. Epeydir yazılarımı okuyorsunuz; ancak bazılarınız beni tanımıyor olabilirler. Bu yüzden yaşadığımız dünya için "çok kıymetli" olan kimliklerimi bugün sizlere tanıtacağım. Bilmediğiniz ne varsa bana dair, öğreneceksiniz. Artık saklanmayacağım!

Ben 23 yaşında bir erkeğim. Müslümanım; Allah ismindeki yüce bir varlığın tüm kainat'ı yarattığı inancını taşıyorum. Türk bir ailenin, en ufak çocuğuyum. Çok güzel, şivesiz bir Türkçe'ye sahibim. Bembeyaz bir çocuğum. Lisans seviyesine kadar eğitimimi tamamlamış ve mesleğimi de elime almış bulunuyorum. Güzel mi güzel, sevimli mi sevimli bir de kız arkadaşım var. Nefes alabilmemi, azıcık olsun kendim olabilmemi bir tek o sağlıyor. Şaşırdığınızı biliyorum. Hatta haykıra haykıra söyleyebilirim: "Ben bir kıza aşığım!" Pek çoğunuz bunu bilmiyordu, değil mi? Bu konuya yine devam edeceğim. Sadece okumaya devam edin. Kendi halime bırakıldığımda aslında yeterince güzel bir hayatım var. Dünya zaten herkes için yeterince güzel bir yer. Kendi halime bırakılınca diyorum; zira  çevrem şaşırtıcı bir şekilde benden uzak bir hal almış durumda. Dürüst olmak gerekirse yanlışın onlarda mı yoksa ben de mi olduğunu bilmiyorum. Aslına bakarsanız ortada bir yanlış var mı; bir yanlış aramaya gerek var mı onu dahi bilmiyorum. Yine de bir şekilde, her seferinde, beni bu yanlışı(!) aramaya itiyorlar. Zaten bu yazıyı da bunun için yazıyorum. Belki sesli düşünebilmek için. Biraz olsun kendimle konuşabilmek için. Zira 23 yıldır o kadar çok başkalarının sözlerini duyuyor; başkalarının değer yargılarına göre kısıtlanıyorum ki; "belki", diyorum, "belki cevap kendimdedir." O yüzden yazıyorum...

Çevrem dedim. Evet, benden anlayamadığım bir şekilde ve sebeplerini sıralamaktan yorulduğum kadar aptalca nedenlerle bana yabancılaşmış durumdalar. Her şeyin başlangıcında, taa ki ilk insanlar ortaya çıktığında, çevreme mi yoksa bana mı benziyorlardı bilmiyorum. Bunu niye sorduğumu da bilmiyorum. Bana benziyorlarsa daha mı mutlu olacaktım? Ya da onlara benziyorlarsa daha da mı çukura batacaktım? Neyse, biraz olsun çevremi de tanımanız gerekiyor, kararı belki sizin verebilmeniz için. 

Dışarıdaki tüm insanlar, tuhaf bir şekilde, bir yaratıcı olmadığı inancına sahipler. Öyle ki bu inançsızlığa %99'unun bağlı olduğu söylenen insanların yaşadığı bir Kürt vatanında yaşıyorum. Ne zaman ki ben onlara Allah'ımdan bahsetsem veyahut onlara bir şekilde kendi inancımın öğretilerini anlatsam, sanki her birine düzinelerce küfür etmişim gibi benden kaçmaya başlıyorlar. Ne zaman bu konuyla ilgili ağzımı açsam, arkadaş sayım biraz daha azalıyor. Daha da ileri gidenler oluyor; kimi zaman sadece küfür, kimi zamansa bildiğin tekme tokat dayak yiyorum! "Sen de inanmayacaksın!", diyorlar. "Seni öldürürüz! Seni çocuklarımıza yaklaştırmaz; eğitimini aldığın mesleği sana yaptırmayız!", diyorlar. Sesimi dahi çıkaramıyorum. Öyle çoklar, o kadar barbarlar ki her gün biraz daha karanlığa saplanıyorum.

Buna biraz olsun alışır gibi olmuşken, içlerinden bazıları var; kendilerine milliyetçi diyorlar. Milliyetçiliğin özünde, birlikte ülke olduğun insanları sevmek; onlara zarar vermek isteyenlerden korumak varken, bu kendilerine milliyetçi diyenler, sırf Türk bir aileden olduğum için bana hakaret ediyorlar. Ne zaman ağzımdan Türkçe bir kaç kelime çıksa, sanki benim de bir parçası olduğum yurdumu parçalara bölecekmişim gibi; bana bir yabancıymışım gibi bakıyorlar. Soruyorum babama: "Dedemler kaç zamandır bu diyarda?", diye. O da içleniyor zaman zaman. Alabildiğim tek cevap; "diğer insanlar ne kadarsa, en az bizler de o kadar zamandır bu diyardayız.", oluyor. Yine şaşırıyorum. Madem ki bu kadar uzun zamandır yanyanayız da neden benim Türkçe konuşmam bu kadar korkutuyor onları? Neden bu baskıyı kaldıramayıp, elini kana bulayan bir kaç tane aptal Türk çeteleri, örgütleri yüzünden, yüzyıllardır aynı sofrayı paylaştıkları insanlara sırtlarını dönüyorlar. Anlayamıyorum; yine tehdit ediliyorum. Yine küfrediliyor, yine dayaklar yiyorum.

Bir de ten rengim var. Lisans eğitimimi tamamlamak için doğuda bir şehirde üniversite kazandım. Buralarda güneş bizim oralar gibi değil. Pek bir yakıyor. "Ne sıcak memleket!" diyorum. Yazlarını kurak, kışlarını sıcak geçirtiyor diye. Bir yerde güzel de diyorum. Az biraz esmerleşirim diye seviniyorum. Ama garip bir şekilde okuduğum okulda, hatta sınıfımda, hatta mahallemde kendilerine benzemeyen bu beyaz oğlanı bir türlü benimseyemiyorlar. Beyaz olmak bir eziklik, bir kusur, bir güçsüzlük, doğanın bir lanetiymiş gibi davranıyorlar bana. Tüm küfürler bir yerden sonra üzerime yapışmaya başlıyor. Sırf onlar kadar siyah olamadım diye. Sırf doğa Güneş'iyle biraz daha az ısıttı beni diye, yine aynı doğaya uygun olmayan, doğal olanın dışında bir insan olmuştum! Siyahlıkları ve ten renkleri o kadar güçlü, o kadar olağan, o kadar tatlıydı ki, benim bile biraz olsun esmerleşmemi isteyecek kadar hayranlık uyandırıyordu ki; ama onlar beyaz olmayı bir türlü sindiremiyorlardı. Sözle sataşıyorlardı. Azıcık cesaretimi toplayıp da cevap verirsem, tekmelere, tokatlara, yumruklara dönüşüyordu o hakaretler. Canım yanıyordu. Yine de hayatıma devam ediyordum.

Bu kadar şey yetmiyormuş gibi bana en çok garip gelense ikili ilişkileriydi. Aşk'a çok değer verdikleri belliydi. Her sözlerinde, yaptıkları her eylemde bunu görüyordum. Aşk için, şehirler fethetmiş; aşk için yapıtlar kurmuş, aşk için dünyaya karşı gelmişlerdi. Yine de bir erkeğin nasıl olur da bir kıza aşık olabileceğini anlayamıyorlardı. Aşkın sadece hemcinsler ile yaşanabileceğine inanıyorlardı. Çünkü kendileri sadece hemcinslerine aşık olabiliyorlardı. En çok bu yüzden kızıyorlar, hatta öğrendiklerinde benden nefret ediyorlardı. Sanki yıllardır tanıdıkları insan bir anda yabancılaşıyordu gözlerinde. En çok bu yanımı saklıyordum içimde. Bilindiğinde en iğrenç canlı benmişim gibi iğreniyorlar, nasıl olur da bir kızdan hoşlanabildiğime gerçekten inanamıyorlardı. Küfürler ediyorlar, yetmediği noktada hırslarından, tekmeler tokatlar; yumruklar atıyorlardı. Sussam, hakaretlerle ruhum; konuşsam, tekme ve yumruklarla bedenim acıyordu; yaralanıyordum. Kanıyordum; susarsam içimden, konuşursam, bedenimden. Toplum içinde gezerken, sevdiğimin parmaklarını parmaklarıma takıp; avuç içini avuç içimde hissedemiyordum. Yeterince cesaret topladığımız bazı anlarda, masumca koluna girebiliyor, yine de acaba çevrede bizleri izleyen birileri var mı diye tedirgin gözlerle sürekli sağı solu kolaçan ediyordum. Diğer hiç bir hakaret veya şiddet bir kızı sevmem yüzünden uğradığım hakaret veya şiddet kadar acıtmıyordu canımı. Çünkü diğerlerinde, sadece kendime ediliyordu bu eziyet. Sadece kendim kısıtlanıyor, sadece kendim üzülüyordum. Oysa sırf bir kızı seviyor olmam, ve sırf kendileri sadece hemcinslerinden hoşlanıyorlar diye onlara yanlış gelmesi yüzünden; sevdiğim, hayatımı tek bir sözüne vereceğim insan da hakarete uğruyor, üzülüyor, canı yanıyordu. Ulan ben tek bir göz yaşı için insan öldürebilecek konumdayken, onun gözünden yaşlar su olup akıyordu. Yanımda hiç bir zaman ses etmiyordu; ama içten içe biliyordum; sırf insanlar istemiyorlar diye bizi, sırf bir gün bir tanesiyle kanlı bıçaklı olmayalım diye susuyordu yanımda. Tek parça ses edemiyordu içinde kanayan yarasından. En çok da bu koyuyordu işte bana. En çok da bunu anlayamıyordum. Ne zaman bu konuda birisiyle tartışsam; "sen bir kızı sevebilir misin?", diye soruyordum. "Ne kadar iğrenç", olduğumu söyleyip, tonlarca hakaret savuruyorlardı. Benim de aynı tiksintiyle bir erkeğe aşık olamayacağımı anlayamayarak. Kendileri hemcinsleriyle beraber olurken - erkek erkeğe veya kadın kadına ilişkiye girmek - erkek / kadın ilişkisinden daha fazla yaşanıyor diye, yine doğaya aykırı olanlar bizdik. Hatta öyle ki inançsızlıklarının temelindeki öğretiler bizleri öldürmeyi öğütlüyormuş onlara! Bazılarının nefreti özellikle bu yüzden biraz daha artıyordu. Eğer ki benim bir kızın elini tutmama izin verirlerse, inançsızlıklarına bir küfür, inançsızlıklarına bir hakaret ediyormuşum gibi hissediyorlardı. Halbuki anlayamıyordum. İnançsızlıkları onlara hemcinsleriyle ilişkinin güzel olduğunu söylüyor aksi şekilde kadın erkek ilişkisini yasaklıyorsa, inanan birini niye kendi inançsızlık değerleriyle yargılıyorlardı? Bunun mantıklı bir açıklaması olabilir miydi? Hoşgörü ve inanç özgürlüğü herkes için varken, ben niye kız arkadaşıma aşığım diye, onların inançsızlık kurallarına göre yönetiliyor ve yargılanıyordum? Bunu ne zaman şikayet etsem ve eylem yapmak istesem, bazıları da çıkıp rahatsız oluyorsanız tepkinizi sandıkta gösterin diyordu. Yıllardır demokrasiyi öğretiyorlardı. Demokrasinin her şartta en geçerli şey olduğundan bahsediyorlardı. Ama anlamıyorlardı. Eğer ki ben Türk'sem, eğer ki ben müslümansam, eğer ki ben heteroysam, eğer ki ben beyazsam ve toplum gibi ateist değilsem, toplum gibi Kürt değilsem, ve toplum gibi simsiyah değilsem ve en önemlisi toplum gibi Gay değilsem nasıl olacak da sandıkta onlardan daha fazla oy alıp, kendi istediğimin yasalaşmasını sağlayacaktım? Benim gibi düşünmeyen milyonlarca insan varken, ben nasıl olacaktı da sandıktan galip çıkacaktım. Anlatamıyorum bunu. Irk, dil, din, renk, cinsiyet ayrımlarıyla alakalı konularda demokrasi kavramının kullanılamayacağını anlatamıyordum. Bunlar insan haklarıysa ve insansak hepimiz, sırf biraz olsun farklıyım diye toplumdan, sırf onların paşa gönlü rahat edecek, sırf onların keyifleri yerine gelecek diye kendi kimliklerimden vazgeçecek değildim. Ve bunun yolu sandık asla değildi.


Hayat hikayem ne kadar da tanıdık geliyor değil mi hepinize? Belki biraz olsun değer yargılarınız değişir artık diye yazıyorum. Çok değil herhangi biriniz yaşadığınız yerden sadece 1000 km daha doğuda doğsa bir Kürt, daha batıda doğa bir Ateist, daha güneyde doğsa bir Zenci, daha kuzeyde doğsa bir Gay olabilirdi. Sırf doğuştan edindiğiniz kimlikleriniz sebebiyle mi diğerlerine iğrenir gözle bakıyorsunuz? Sırf doğuştan kazandığınız kimlikler sebebiyle mi onlardan üstün olduğunuzu iddia ediyorsunuz? Sırf doğuştan sahip olduklarınız ve doğada daha sık rastlanır bir durum olduğunuz sebebiyle mi, aynı doğuştan hakların biraz farklılarına sahip ve doğada az sayıda bulunan bizlere yanlışmışız gibi davranıyorsunuz? Tanrı'yla sözleşme mi yapmıştınız? Türk, müslüman, beyaz veya hetero olacağınıza dair? Çünkü bunların hiç biri bana sorulmadı... Hep mi sayıca fazla olan durum, doğru olan olmalıydı? Azıcık empati istiyoruz. Çok bir şey değil! Siz camiilerinizde ibadet yaparken, inançsızlara karışmamanızı, siz Türkçe konuşurken; Kürtçe konuşanlardan korkmamanızı, yazları esmerleşmeye çalışırken, esmerden biraz daha koyu olanlardan bir farkınız olmadığını bilmenizi ve en önemlisi sizler kız veya erkek arkadaşınızla - kısacası  karşı cinsteki sevdiğinizle -  el ele dolaşırken; hemcinsinizle bir aşk yaşayamayacağınızı söylerken, bizlerin de kendi cinsimizdeki insanlarla el ele dolaşmamıza, karşı cinsten biriyle aşk yaşayamayacağımıza inanmanızı ve anlayışla yaklaşmanızı istiyoruz. Bizler sizleri kabul ediyoruz. Bizler sizlere ne kadar yabancıysak, sizler de bizlere o kadar yabancısınız. Bizler bu durum için sizleri suçlamıyoruz, bu durum için sizlere küfür etmiyoruz, bu durum için sizlere fiziki şiddet uygulamıyoruz. Siz neden yapıyorsunuz? Zaten hayat hepimiz için yeterince zor değil mi? Bunu bir de bizler kendimiz için neden bu kadar zorlaştırıyoruz???

Vicdanı ve azıcık empatisi olan her bir bireye soruyorum??

Işıklarla ve empatiyle kalın...

Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown

Yıkılan Tabular : Bir Aşk'ın İtirafı

Selamların En Güzeli, Merhabaların En Sıcağı, Şanslı Doğanlara,,

Evet arkadaşlar bir kaç aydır buraya yazamadık. Epey bir ihmal ettim burayı. Böyle olunca sanki bir evcil hayvanını, bir dostunu ihmal etmiş gibi vicdan azabı çekiyorum; ama bilin ki bunun sebebi çok fazla yoğun olmam. Anlatacak, birikmiş o kadar çok şeyim; buna rağmen o kadar az zamanım var ki, hem kızıyor hem şükrediyorum bu duruma. Neyse yazıya geçiyor ve bu fasılları başka bir zamana erteliyorum.

Yaklaşık iki ay kadar önce bir yazı okumuştum. Şimdi sizlere onu yazacağım sıkılmadan okursunuz umarım:

' Kur-an'da anlatılır ki (Âraf, 171-172) Allah, dünyada hiçbir şey yok iken, hatta dünya yok iken ruhlar âlemini yarattı. Orada bütün ruhları bir araya toplayıp sordu : "Elestü bi-Rabbiküm?" Yani, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Ruhlarımız bu soru karşısında "Kâlû: Bela!" Yani, "Dediler ki: Evet (şüphesiz Sen bizim Rabbimizsin)". Bu meclis (ezel bezmi, elest meclisi), varlığın ilk toplantısı idi ve bütün ruhlar orada birbirlerine şahit tutuldular; ta ki dünyaya geldikleri vakit, bir bedene girdikleri, ete kemiğe büründükleri vakit bu sözlerinden dönmesinler... Dönenler olursa, o mecliste rahmet ve merhametiyle kullarına muamele eden Rab Taala'nın rahmet ve merhamet çizgisinin dışına itilsinler...

Ezel bezmi öyle bir meclis idi ki, orada yan yana olanlar, yakın olanlar, birbirlerini görenler, birbirleriyle konuşanlar; bu dünyaya geldiklerinde de birbirleriyle yan yana ve yakın olur, buluşuruz veya konuşurlar. İnsanlar arasındaki çağ farkları, uzaklık ve yakınlıklar ile bîgânelik ve âşinalığın temeli işte o ezel gününe dayanır. Bu durumda dünya, ezelde kader olarak yazılanın vuku bulduğu (kaza) bir duraktır; o kadar. Bu durakta aşkın ve âşığın nasîbi de ezel günündeki durumuyla bağlantılı olarak bu dünyada görünürlük ve yaşanırlık kazanır. ... ...

... yukarı da  Ahmet Paşa'nın dediği gibi âşık, ezel gününde öyle bir çift gözle karşılaşacak ki aşktan pay almayı, veya aşktan gayrı pay almayı unutup dünya hayatını öyle yaşayacaktır. Söylediğine göre Ahmet Paşa, ezel gününde henüz ruhlar âlemindeyken, güzellerden bir güzel, kendi güzelliğinin farkında olarak (istiğna halinde) göz süzüp de kendisine âşık ararken, gözleri bir an, yalnızca bir an, Ahmed'in canına da değip geçmiştir. Aşk adına Ahmed'e ne olduysa  işte o bir an içinde olmuş ve o güzellik karşısında mest ve hayran düşüp kendini kaybedivermiştir. Bu öyle bir mestliktir ki aradan milyonlarca yıl akıp giderek dünya kurulacak; Âdem yaratılıp yine on binlerce yıl insanoğlu dünyada  ezel macreasını sürdürecek, nihayet Ahmed'in ruhu da bir beden ile dünyaya geldiğinde hâlâ ezeldeki o sarhoşluğu geçmemiş olacaktır. Bunun diğer okunuşu, Galip'in dediği gibidir ve Ahmet, ezel gününde gördüğü güzelin aşkını kendisine zoraki kader edinerek dünyayı da onun uğrunda her türlü belalara, sıkıntılara, ayrılık acılarına vs. katlanarak mest ve hayran yaşayıp gider. Yani ki aşkında bu derece sadakat ve doğruluk, tıpkı ruhların Allah'a verdikleri söz gibi bir ağırlık ve sorumluluk taşır. Ta ki âşık, ruhlar meclisinin sözünde duran yegâne kişisi olabilsin. ... ...

...Aşkın belası öyle bir tatlı bela ki, ezelde başlamış olup ebede kadar uzanacaktır. Nitekim ruhlarımız, "Elestü bi-Rabbiküm?" sorusuna karşılık olarak "Evet" anlamına gelebilecek pek çok kelime arasından "bela"yı seçmiştir. Kul, belayı kendisi istemeyince Allah neden versin ki?!.. Velev aşkın belası da olsa!..

İşte ilk olarak bu yazıları okurken aklıma geldi, uzun zaman sonra, platonik olduğum aşkım. Dile kolay 4 yıla yaklaşıyor bu platoniklik. Çeşitli yollarla unutmayı denedim. Unuttum da sandım. Gerçekten unuttuğuma da inandım. Hatta öyle ki unuttuğum için kendime bile kızdım. Unuttuğum için bile ayrı bi' içim acıdı. Ama işte sonra bu satırları okurken yine aklıma ilk o geldi. ve dedim ki : "Madem ruhlar cinsiyetsiz deniyor, cinsiyet dünyaya geldiğinde veriliyordu, benim "elest meclisinde" en yakınımdaki ruh da O'ydu." ve yine dedim ki : "Ezel gününde öyle bir çift gözle karşılaşmıştım ki Onun'du. Onun gözleri kendisine âşık ararken, gözleri bir an, yalınzca bir an, Benim canıma da değip geçmişti." velhasıl kelam, anladım ki tekrar; bitmemişti, bitememişti içimdeki hiçbir şey. Ettiğim onca duaya rağmen, Tanrı'da dualarımı kabul etmemiş, belki ilahi bir dokunuşla, O da yok etmek istememişti içimdeki aşkı. Sonra ne mi oldu hadi aşağıdan devam edelim...

Yaklaşık 6-7 ay önce Yıkılan Tabular : İlk ve En Önemli İtiraf adında bir yazı yazmıştım. Burada hayatımda bir daha sahip olamayacağım kadar fazla cesareti toplamış, ve 3.5 yılın ardından platonik olduğum çocuğa Gay olduğumu söylemiştim. Detaylarını tabi ki de tekrar tekrar anlatmayacağım. O gün için daha fazlasına cesaret edememiş; ama günü geldiğinde daha fazla cesaretle birgün ona aşık olduğumu da 4 yıldır eli elime sevgili olarak değmese, tek bir aşk sözcüğünü ona karşı söyleyemesem bile, kimine komiklik, kimine boş iş olarak gelse bile bekledikten sonra işte bir gün, ama bir gün mutlaka söyleyeceğimi biliyordum. Vel hasıl kelam geçtiğimiz günlerde söyledim de... Gay olduğumu söylediğim yazımdaki gibi konuşma metinlerini noktası virgülüne kadar yazamayacağım kusura bakmayın. Sadece kısaca bahsetmek gerekirse;

Aşkımı itiraf etmeden evvel, bir konuşmamız sırasında canımın sıkkın olduğunu ve aşk meselesi olduğunu söylediğimde bir erkek mi diye sormuştu. Evet cevabını verdiğimde her ne kadar açık fikirli olup eşcinsel yönümü kabul etse de işi dalgaya vurmuş, kendince espiriler yapmaya başlamıştı. İş böyle olunca, ben de oturdum başladım O'na olan aşkımı bir başka erkeğe olmuş gibi anlatmaya. Ben anlattıkça o dinledi. Dinledikçe de espirilerinin dozu düştü iyice ve uzunca zaman sonra ilk defa ciddi konuşmalarımızdan birini yapmaya başladık. Ben anlattıkça o daha da şaşırdı. Eşcinsellerin böylesine aşık olabildiklerini düşünmediğini, aslına bakılırsa bizim de heterolar gibi aşık olduğumuzu sadece kendi cinsimize aşık olduğumuzu söyledi. Zaten benim bildiğim bir şeyi sonunda onun da anlamış olmasına sevindim. ve konuşmanın sonlarına doğru; 4 yıldır çocuğa dokunamamış, aşkımı ona söyleyememiş olmama rağmen, onun yüzünden bir başkasına bakamadığım için gerçekten güzel sevdiğimi ve dürüst bir adam olduğumu söyledi. En sonunda ise ona aşık olduğumu itiraf etmemi sağlayacak olan son kelimesini söyledi : "Aşık olduğunu ona söylesen ve o da sevse, çok büyük bir aşk yaşardınız", dedi. O'ndan böyle bir cevap almak, gözlerimi doldurdu. Tam o an deli gibi itiraf etmek istesem de, cesaret edemedim. Taa ki 3-4 gün sonrasında bu cevabı aklımda fırtınalar estirirken bir akşam üstü direk konuya girene kadar:

Sana söylemem gereken bir şey var, müsait misin? diye sorduğumda : "Müsait'im kanka, söyle" dedi. Aslında yazdıklarımı bölmemesi gerektiğini söylemekle başlayacaktım; ama direkt olarak konuya girdim. "Hani", dedim, "Bir kaç gün önceki konuşmamızda ben birine aşık olduğumdan bahsetmiş, 4 senedir onu beklediğimi ve ona söylemediğimi anlatmıştım. İşte o çocuk sendin", dedim. Biraz bekledim; bir şey söyleyeceğini, araya gireceğini sandım. Hiçbir şey yazmayınca devam ettim: Söyleyeceğim ne kadar şey varsa söyledim. Bitirdim ve yine bekledim. Yine hiçbir şey yoktu. Öyle bir noktadaydım ki, aile faceimde bu çocuk gay diye yazmasını, ortak arkadaşlarımıza konuşma geçmişini göndermesini, ailemden birine tüm gerçeklerimi anlatmasını, benle alay etmesini, dalga geçmesini, hatta öyle ki küfürler edip silmesini bile umursamıyordum. Onu tamamen kaybetme gerçeği bile artık beni engellemiyordu. Nitekim ben bekledim, bekledim ve bekledim. O ise inatla hiçbir şey yazmadı. En sonunda dayanamayıp bir kaç saat sonra: "Bu kadar yazıdan sonra bir şeyler yazsaydın bari", dedim ve sonrasında uyumuşum. Sabah saatlerinde yazdığı cevapda sadece: "Ne söylememi bekliyorsun?" yazıyordu. Kendime de sordum, dün gece nasıl bir risk almıştım, gerçekten 4 sene sonra hetero birine bunları anlatarak nasıl bir karşılık bekliyordum ?? Aşık mı olacaktı sanki o da bana... Ben de: "Bilmiyorum..", dedim tekrar. "İster küfür et, ister sil, ister engelle beni; ama bir şeyler söyle", dedim. "Küfür de etsen tek bir cevabım olmayacak sana", dedim. Ki gerçekten de olmazdı. Zira empati yaptığımda ona hak veriyordum. Kızamıyordum. Yine de bir şeyler söylemedi. Ben de daha fazla yazmadım. Yaklaşık 4-5 gün geçti ve bayram dolayısıyla aramaya cesaret edemeyip, bir kutlama mesajı yazdım. ve gördüm ki what's app'da engellemişti beni. Aile faceime baktığımda halen duruyor olduğunu gördüm. Neden bilmiyorum, what's app'da engellese de aile faceinden halen silmemişti beni. ve halen verdiği tek bir cevap yoktu. Verse de söyleyecekleri zaten belli az çok artık. Yine de benim o söyleyecekleri duymaya ihtiyacım var. Acıtsa da tamamen bitirebilmek için, belki gelecekte sahip olacağım başka birilerini daha sırf onun yüzünden, geçmişte yaptığım gibi, ıskalamamak için. Bu bi' film değildi. Sonunda tabii ki de beklediğiniz şekilde bitmedi. Ne yazık ki hayatın espiri anlayışı bizim ki kadar geniş değil. Unutturması için aklınıza gelebilecek her türlü dua'yı etmiş de olsam Tanrı'ma, inatla bana unutturmasa da, nasip de etmiyordu bir şekilde O'nu. "Tamam bu kadar bekledin, sonunda artık senindir, helâlindir", de demiyordu Tanrı'm. Düşündüğümde yeryüzündeki Cehennemi de bu şekilde yaşatıyor demek ki Tanrı dedim. Onun dışında hayatımdaki her şey ilk defa rayında gidiyor; O'nun dahil olmadığı yaşantımda tam bir Cenneti yaşıyorum ve günlerdir 2 aylık yaşadıklarım için şükrediyorken, Onun sahibi olduğu parçamda ise tamamen bir Cehennemin içerisinde debeleniyorum. Bir tarafım Cennet iken, bir tarafım Cehennem... Bense ne zaman, hangisine düşeceğimi bilmeden yol alıyorum bu günlerde. İşte bu yüzden tüm tutarsızlıklarım. Bir günümde sizleri havaya sokup, eğlendirirken; güzel bir gün geçirtirken, öteki gün hepinizi siktir etmelerim...

Bu kadar yazıyı okuyabildiyseniz bir şekilde usanmadan, buradan çıkarmanızı istediğim tek bir şey var. Ben hayatımı ilerde keşkeler kurmamak üzere yaşıyorum. Kafama estiği gibi, kendi doğrularım ve kendi geçerli sebeplerimle. Bugüne kadar kendi vicdanımla baş başa kaldığımda keşke şunu yapsaydım, şunu etmeseydim dediğim çok fazla şeyim yok. Hatta hiçbir şeyim yok denebilir. Biliyordum ki ilerde hep üzülerek hatırlayacağım bir anı'm olacaktı, bu aşkı içimde tutmak ve tek başıma büyütmek. ve Hep keşke diyecektim. Keşke, keşke, keşke. Yapmayın abi bunu kendinize. Nefret mi ediyorsun? Git söyle! Konuşmak mı istemiyorsun? Git söyle! Artık beraber mi olmak istemiyorsun? Git söyle! Önemsiyor musun? Git söyle! Kaybetmekten mi korkuyorsun? Git söyle! ve en önemlisi Aşık mısın, seviyor musun? sonucu ne olursa olsun, korkmayın; Gidin, Söyleyin arkadaş. Keşkelerinizden oluşan bir geçmiş, bunların sizi yıprattığı bir gelecekte yaşamayın. Yanacaksanız da sadece bir gün yanın, koca bir geleceği, Cehennemlerin birinden diğerine zıplayarak geçirmeyin...

Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown

Bir Taş Diyip Geçiyorsun İşte

Sokakda yürürken, vurup bir kaç adım daha uzağa ittirdiğim,
Zorla benimle yol almasına sebebiyet verdiğim, bir mermer taş kadar bile, taşıyamadım seni...

Sırf yanımda yürüyen kimseler yok diye, ve yine sırf önümdeki yol alabildiğine uzanıp,
Tanrı'nın sonsuzluğuna açılıyorken tüm yol ayrımları,
Kocaman bir hiçsizliğin ortasında belirirken; parlak, kaygan ve soğuk; ama içimi ısıtan varlığıyla;
Şekilsiz bir mermer taşı,
Üstelik o kadar tekmelemelerime ve o kadar itelemişliğime dahi aldırmıyorken,
Avuç içlerini, avuçlarımın içlerine değdirmek,
Gittiği her yere beraberinde yürümek,
Gittiğim en uzak köşelerde, yanımda bir onu istemekteyken, çocukça bir hevesle,
Hiçsizliğimin ortasındaki bir mermer taşı gibi, aniden belireceğini umarak;
İnatla, inançla ve ilahi bir aşkla bir başka adım daha atarak:
"Bunda değildi; ama mutlaka bir sonraki adımda, bunda değilse kesinlikle diğer adımda...",
Diye, mahallenin en ufak çocuğunun saflığında, gezindiğim kilometrelerce yolda,
Daha ben "Gidiyorum", lafını almadan ağzıma, "Hadi o halde, gidelim", dediğini düşlediğim,
Soğuk mermer taşı misali, attığım her adımda benden üç adım uzaklaşıp; ama daha fazla değil,
Gideceğim yöne doğru, dönüp arkasını sabırla beklerken,
Benden daha hızlı gidemediği gibi, gerimde asla kalamayan,
Savurduğum her tekmede dahi dosdoğru sadece ileri fırlayan,
Sırf ben daha yanına ulaşamadığım, onu daha fazla ileriye taşıyamadığım için,
Sokak aralarında akan sulara set ederken tüm hacmini, heybetli bir duruşla,
Sen de tıpkı öyle barajım ol istedim; set çek tüm sıkılmışlıklarımla; bunalmışlıklarımla arama...

Taş der, üstüne basar geçersin,
Taş der, pislik yığını diye feryat figan edersin...
Ne onun kadar set olabiliyorsun şimdi sıkılmışlıklarıma; yitmişliklerimle aramda,
Ne az biraz ötelediğimde kendimden uzaklara, durup bekleyecek vefan var kalbinin ortasında...
Bir taş diyip geçiyorsun işte,
Bir taş diyip atıyorsun, yanında taşıdıklarını da günü geldikçe...



Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown

2013 LGBTT ONUR YÜRÜYÜŞÜ

Selam Olsun, Güneşin Üzerlerine Parladığı Pıırıl Pırıl İnsanlara,


Günlerdir yazacağım, yazacağım bir türlü fırsatını bulamıyorum. Tabiri caizse fırtına gibi geçen bir ay yaşıyorum. Kişisel hayatıma ait konuları bu yazıda - içimi kemire kemire - es geçeceğim. Zira göreceli olarak daha önemli olduğunu varsaydığım asıl konuya tepeleme girmem gerekiyor: "30 Haziran 2013 PAZAR LGBTT ONUR YÜRÜŞÜ"



İlk defa geçen sene haberim olduğu bir organizasyondu "Onur Yürüyüşü". Zira iki sene önceki "Onur Yürüyüşü" yapıldığı sıralarda ben halen kendinden nefret etmeye, kurtulmaya çalışan homofobikliğin tavan yaptığı insan topluluklarından biriydim. Evet, çoğu hetero bunu bilmez; fakat en büyük homofobikler kabullenme aşamasındaki eşcinsellerdir. Zira bu gelişimi bizzat yaşayan insanlar olarak; çevresel olarak kendilerine öğretilen, anlatılan tüm olguların; kalıpların, tabuların dışında yepyeni bir kişiliğe bürünüyorlardır. Bunun ne kadar sarsıcı, ne kadar zorlu ve ne kadar ruhu yoran bir süreç olduğunu bugün anlatmayacağım. Zaten burayı okuyan kitlenin çoğunun eşcinsel olduğunu bildiğimden sizlere, yine sizi anlatmanın angarya bir iş olacağını düşünüyorum. Bundan mütevellit bu kadar lafı dolandırdıktan sonra "Onur Yürüyüşü" yazımıza başlıyoruz.

Öncelikle bir anlam karmaşasını önlemek için şunu belirtmek istiyorum: 23.06.2013 PAZAR günü, yani bu yazıyı yazdığım gün olan tarihte yapılmış olan, "Onur Yürüyüşü" sadece "Trans Bireylere" özel olan, LGBTT bireylerinin ve pek çok kişi, kurum, kuruluş ve örgütün desteklediği bir başka yürüyüştür. Zaten gerçekte olan şudur ki her yıl sadece "Onur Yürüyüşü" yapılmaz. "Onur Haftası" olarak kutlanır bu olgu. Haziran ayının sondan bir önceki Pazar gününde - yani 2013 yılı için 23.06.2013 tarihinde - başlar, pek çok etkinlikle devam eden bu hafta, Haziran ayının son Pazar günü doruk noktasını, büyük bir yürüyüşle bitirerek son bulur. Zaten o yürüyüşün adı da işte "LGBTT Onur Yürüyüşü"dür. Özetle 23.06.2013 yani bugün yapılan yürüyüşün asıl amacı Trans Bireylere farkındalık yaratmak ve onların desteklenmesi amacıyla yapılan yürüyüştür ve "Onur Haftası"nın başlangıcı bu yürüyüşle yapılmaktadır. Asıl yürüyüşün 30 Haziran 2013 PAZAR, yani önümüzdeki PAZAR günü yapılacağını tekrar hatırlatıyor, bu yönde gelen soru işaretleri gidermek istiyorum. Bir de Gezi Parkı eylemleri ile Marmaray hattı çalışmaları dolasıyla yürüyüşün iptal edilmesi veya farklı bir tarihe alınması olasılığı konuşuluyordu; fakat bugünkü yürüyüş yapılırken bir sıkıntı çıkmamasından yola çıkarsak "LGBTT "Onur Yürüyüşü"  için de bir sorun olmayacağını rahatlıkla söyleyebilirim. O yüzden şehir dışından geleceğini bana belirten arkadaşlarım biletlerinizi iptal etmeyin. O gün hep beraber yürüyelim.

Yıl içerisinde her fırsatta "Onur Yürüyüşü" ü dile getirdiğimde pek çok eşcinsel arkadaşımın, yürüyüşü doğal olarak desteklediklerini; fakat tanınma korkuları dolayısıyla katılamayacaklarını söylediklerine şahit oldum. Geçen sene, son güne kadar, ben de bunu söylüyordum. Son gün, maske dağıtılacak orada, yüzünüz görünmeyeceği için tanınmayacaksınız diye bir haber atıldı ortaya. Zaten içimde gidemeyeceğimi düşündüğüm için kalan ukte, bu haberle yerini kocaman bir çoşkuya bırakmış ve içim içime sığamadan Taksim'e varmıştım. Baktığımda ne maske ne başka bir şey olduğunu gördüm. Fakat çok samimi hissettiğim şeyi abartsız söylüyorum; yüz binlerce eşcinseli orada bir arada gördüğünüz an, kayıtsız kalıp, - onca korkunuza rağmen -  geri dönmeyi aklınıza bile getiremiyorsunuz. Sonuç olarak ben de kalmıştım orada ve yürümüştüm. Bir video kaydında görünmüş, tanımadığım bir profesyonel fotoğrafçının da objektifine yakalanmıştım. Yani görünür  olmak korkusuyla giden ben, gerçekten de görünmüştüm. Üstelik hem video ile hem resim ile. Peki ne mi oldu sonrasında ? Kocaman bir "hiç bir şey" !! Üstelik bakın her fırsatta söylüyorum: Benim hetero çevrem müthiş derecede sosyal medya ve güncel olayları takip eden, pek çok konuya duyarlı insanların olduğu bir çevre. Özellikle internette gün boyu çokça haberi geçen bir olayı takip etmemeleri imkansızdır. Buna rağmen bir tanesi bile: "Yahu kardeş, senin orada ne işin vardı? Üstelik elinde "velev ki ibneyiz" pankartıyla...", diye bir şey sormadı. Benim bu çevreme rağmen görülmememden dolayı, çoğunuzun arkadaş çevresinin "daha fazla hayatın akışına kapılmış" kişiler olduğunu düşündüğümden sizlerin görülmesini çok olası bulmuyorum.  O yüzden bu endişelerinizden kurtulun. Zaten bakın orada yüz binlerce insan olacak. Samanlığın içerisindeki iğne gibi oluyorsunuz. Bir yerlerde çıkma olasılığınız çok zor. "Sen nasıl çıktın, bilader o zaman?", diye soruyorsanız; ben bir gazla kortejin en önünde, pankartın hemen arkasında yürüdüm. Zira bir video kaydında çıkmam da özel olarak resmimin çekilmesi de garip gelmedi bana o yüzden. Sizlerin  biraz daha geride durarak görülmenizin - tekrar tekrar söylüyorum - çok mümkün olduğunu sanmıyorum.

Herneyse, hepinize biraz düşünmeniz için bir kaç soru sormak istiyorum ve lütfen bu yazıyı tek başınıza okuduğunuzu varsaydığımdan cevaplarını dürüstçe vermenizi istiyorum:

  • Toplumdaki eşcinsel algısından memnun musunuz ?
  • Değilseniz bunun değişmesi için ne yapıyorsunuz ?
  • Sırf eşcinsel yöneliminiz sebebiyle kaç kere sözel, hatta fiziksel şiddete maruz kaldınız ?
  • Gelecekte, karşı cinsle bir aile kurmanız için sizi zorlayan aile yapısını ne kadar kabullenebiliyorsunuz ?
  • Sevdiğinizle ortak bir gelecek hayalini - samimi olarak kendinize sorduğunuzda - kaçınız kurabiliyor ?
  • Gelecekte sevdiğiniz insanla aynı ev içerisinde - hetero ailelerin olduğu gibi - ortak sosyal haklar "ssk vs" gibi paylaşılarak yaşayabileceğiniz bir düzene gidebileceğimizi düşünüyor musunuz ?
  • Sizler - bir şekilde - görünür olsanız ve toplumdaki eşcinsel algısını "olumlu" olarak düzeltebilseniz, gelecekte, eşcinsellere yaşatılan olumsuz davranışların yaşanması ne kadar muhtemel görüyorsunuz ?
  • Hele ki eşcinsel olduğu için intihar eden bir arkadaşınız olduysa ki - benim oldu - onun veya onların ölümü üzerinde sizler hiç sorumluluk hissediyor musunuz ?
  • Sizler kaç kere intiharın eşiğinden döndünüz veya bunu her zaman bir seçenek olarak düşünüyorsunuz ?
  • Peki sizlere birilerinin: "Yahu siz eşcinselleri de sevindirelim, sizlere haklar özgürlükler verelim. Sizlere alanlar açalım; kendinizi ifade edebileceğiniz platformlara yardım edelim. Size karşı yapılan şiddet eylemlerini en ağır şekilde cezalandıralım. Hayatınızı yaşayabileceğiniz, kimselerin size hesap sormaya cesaret edemeyeceği bir toplumsal bilinç ve algı düzeyini ilk okullardan başlayarak insanlara aşılayalım", gibi bir şeyler demesini mi bekliyorsunuz ??? Çünkü ;
DE - ME - YE - CEK - LER !!!

Bu arada - sebebi ne olursa olsun - "SEN" bu yürüyüşe katılmadığın için ;

  • Eylül ayında - okullar açıldığında - feminen tavırları yüzünden yüzlerce ilk okul öğrencisi aşağılanacak,
  • Sokaklarda "top oynamayan" 7-21 yaşlarındaki gençler aşağılanacak,
  • Trans birey olduğunu farkeden insanlar, aileleri tarafından, darp edilecek ve psikologlara yollanacak,
  • Feminen hareketleri yüzünden işlerinden atılanlar olacak,
  • Trans bireyler için mesleklerinde çalışamayan, - ailesi tarafından terk edilmiş - onlarca insan daha seks işçiliğine zorlanacak ve TRAVESTİ olacak. Ve sen de bu insanlardan nefret edecek, bu insanlar yüzünden - eşcinsellere karşı - toplumsal algının kötü olduğunu düşüneceksin. Tüm suçu TRAVESTİ olmaya ZORLANMIŞ bu ŞANSIZ insanlara yıkacaksın. Daha da acısı bundan bir gram olsun gocunmayacaksın,
  • Seni onlarca yıl boğazından keserek besleyen, büyüten; herkesten koruyan "annen", çınar gibi, dağ gibi ardında durduğunu her zaman hissettiğin "baban" sırf eşcinsellere karşı olan algıyı değiştiremediğin için seni öğrendikleri gün dışlayacak, 
  • Bir çok eşcinsel birey ailelerinin dini ve ahlaki değerlerine(!) ters düştükleri için ÖLDÜRÜLECEKLER veya KAÇIRILIP, SAKLANACAKLAR,
  • Sevdiği ölse, gerçekten yaşayamayacak kadar aşık olan eşcinseller dahi toplumsal alanlarda sevdiğinin elini tutamayacak,
  • Ciddi bir şekilde, bir eşcinsel hastalandığında, ona ölürcesine aşık olan erkek arkadaşı: "Sen neyi oluyorsun? Sadece ailesine izin var !" sorusuna cevap veremediği için hastahanede yanında bulunmasına izin verilmeyecek,
  • Askerlik şubelerinde onlarca eşcinsel insandan - sırf eşcinsel oldukları için - onlarca ucuz ve gurur kırıcı şeyler istenerek, onları, bizleri yerin dibine sokacaklar,
  • Bir çok eşcinsel, ölse dahi yanında olacağını düşündüğü tek dostlarını bile kimliklerini anlattıkları gün kaybedecek,
  • Eşcinsel olduğu öğrenilen bir birey, cinsel olarak taciz edilip, defalarca tecavüze uğrayacak ve birilerine bu durumu anlatması durumunda suçlanan yine kendisi olacak. Bu yüzden kendinden ve yaşadığı her şeyden tiksinerek günlerce, aylarca yaşamaya çalışacak ve belki kaldıramayıp tecavüzcüsünü öldürüp HAPSE ATILACAK veya KENDİNİ ÖLDÜRECEK !!
  • Bir hastaya yardım etmek gibi tamamen saf ve masumca bir istek için dahi, eşcinsel olduğunu söyleyen insanlardan - zaten yapılan testler sonunda öğrenebilecekleri bilgileri - onurları ayaklar altına alınarak cevaplamaları istenecek,
  • Neredeyse ülkemizdeki üç - beş eşcinsel dışında kimse, yaşamını paylaşacağı insanı ailesiyle, bir aile yemeğiyle tanıştıramayacak,
  • Bir şekilde hayatın yüzlerine güldüğü, bir kaç tane şanslı olanlarımız, günün birinde bir de evlat edinmek istediklerinde pek çok adaya göre aranan şartları kat kat fazlasıyla sağlasalar dahi bir bebeği evlat edilmelerine imkan verilmeyecek,
  • Belki bir çoğumuz, eşcinsellere olan algıyı değiştirmediğimiz için, eşcinsel bir belediye başkanı, bakan, başbakan, cumhur başkanı göremeyecek,
  • Bazı eşcinseller, aradığı aşkı buldukları düşüncesiyle, masum bir şekilde sevdiğini düşündüğü insanla bir eve gittiklerinde, pek çok organının alındığını farkedecek, belki yaşayacak, belki farkedemeden dahi ÖLECEK.

vs. vs. örnekler sonsuza kadar sıralanabilir.

"30 HAZİRAN 2013 PAZAR" günü yürümediğinde ne mi olacak ? Sadece senle ne mi değişecek ? Halen mi soruyosun ? 

TÜM BUNLARI HALEN YAŞAMAMIŞ BİREYLERSENİZ,
BUNLARIN BİRİNİ VEYA BİR KAÇINI BİRDEN YAŞAMIŞ İNSANLARA KARŞI SORUMLULUĞUNUZ VAR.
"O GÜN YÜRÜMELİSİNİZ DEMİYORUM !!", İNSANLIĞINIZ VARSA, YARIN ÖBÜR GÜN SİZLERİNDE BAŞINIZA BUNLARIN GELMEYECEĞİNİN BİR GARANTİSİ OLMADIĞININ FARKINDAYSANIZ ONUR YÜRÜYÜŞÜNDE YÜRÜMEK

"ZO - RUN - DA - SI- NIZ !!!" DİYORUM...

Ne oldum demeyeceksiniz, Ne olacağım diyeceksiniz. 

Gelin bu algıları, bu tabuları, bu kafa yapısını hep beraber yıkalım. 

Gelin: "Bakın bizler de buradayız!! Üstelik sizlerin düşündüğünüzden, çok daha sağlam insanlarız!!", diyelim.

Gelin onlara kendimizi anlatalım. Anlatmadan - bizleri onlara anlatılan şekilde - kabullenmelerini beklemeyelim.

Gelin bir olalım. Gelin değiştirelim. Gelin güzelleştirelim.  Gelin yaşayalım.

Benim için, hayatını kaybetmiş eşcinseller için veya kaybetmenin eşiğinde olan eşcinseller için, kendiniz için ve önemlisi ;

GELECEĞİNİZ için gelin yan yana el ele yürüyelim !!

Unutma, Sen varsan bir fazlayız, Sen varsan sesimiz çok daha güçlü !!

2012 yılında benim de bulunduğum ve bundan gurur duyduğum Onur Yürüyüşü !! Ne kaçıracağınızı görün !!



Tiocfaidh ár lá

Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown
Toplumsal Cinnet: "Gezi Parkı Eylemi" - Bölüm 1 ( Sebep ve Genel Bakış ) yazımızı okuduysanız başından beri bahsettiğim orantısız ve keyfi güç kavramını merak ediyor ve haklı mıyım öğrenmek istiyorsunuzdur. Gelin yazacaklarımı, dünden beri yaşadıklarımızı dinleyin ve sonrasında siz karar verin.



Tam saatler veremeyeceğim, çok aklımda olmadığı için. O yüzden eksik bir saat bilgisi olursa affınıza sığınıyorum... Ben ve arkadaşlarım Cuma gecesinden örgütlenerek gelecek olanları hazırlamaya başladık. Saat 1 gibi Kadıköy istikametinden vapurlarla Beşiktaş iskelesine hareket ettik. Kadıköy'de CHP mitingi vardı ve bu iptal edilip, onları da Taksim'e gönderiyorlardı, parti yetkilileri. İşte bu insanlar eylemde aktif görev yapanlar değil, provakatif olarak slogan atanlardı sadece. Bu farkı daha iyi anlatacağım 3. bölümde.

Ulaşımda Sıkıntı Var mıydı ?

Her neyse vapurlar hareket ediyordu o saatlerde. Sonrasında ne oldu bilgim yok. Vapurlar durdu mu, devam etti mi, bilmiyorum. Ancak Beşiktaş bulvarı yavaş yavaş dolup trafiğin kapatılmasına yol açtı. Buradaki insanlar, otobüslerin Taksim meydanına çıkışı olmadığından yürüyerek Taksim'e kadar ulaştılar. Sanılanın aksine Taksim'e çıkışlar kapalı değildi. İki gündür Taksim'e çıkışların kapatıldığı, 3-5 kişiden fazla insanın yan yana yürütülmediği haberleri tamamen asparagastır. Yüzlerce insan yan yana tek bir polis müdahalesiyle karşılaşmadan en azından Cumartesi günü saat 13-14-15 civarlarında Taksim alanlarına giriş yapabilmişti. Eğri oturup doğru konuşmak lazım. Bu noktada polisi suçlayacak bir şey yok.


Üstteki resim sadece Gezi Parkı'nı tutan polis gücüydü. Hain Oyunu Yapanlar !

Hain Bir Oyun ! 

Ne var ki yaşananlar tam da bu saatlerde oldu. Bizler de Taksim meydanında bulunduğumuz saatlerde 14 veya 15 sonlarına doğru Gezi Parkı'nın girişini tutan büyük polis gücü bir anda kendi kendilerine, hiç bir halk tepkisi olmadan kenara çekilmeye başladı. Toma araçları bir anda yok oldular. Halk o kadar iyimser ve o kadar neşeli bir havaya büründü ki nihayet polis geri çekiliyor zannedildi. Taksim meydanında ne kadar insan varsa hepsi "Gezi Parkı" içerisine doluşmaya başladı. Yakıp, yıkmadan! Tek bir kamu malına zarar vermeden! Görüntülerin aksine hiç bir taşkınlık olmadan! Bunları o sırada Gezi Parkı'na giren biri olarak kendi gözlerimle gördüğümden yazıyorum. Ne basından duyduğumla, ne de bir arkadaşımın anlattığıyla. O yüzden asıl itibar etmeniz gereken gerçekler bu tür olayın içindeki insanların söyledikleridir. Bilgisayar başında köşe yazısı hazırlayanlarınınki değil! Her neyse büyük bir mutlulukla insanlar parkın içerisinde halaylar çekmeye, gülüşüp konuşmaya, haklı sloganlar atmaya başladı. Tek yaptıkları buydu. Bir an için BDP'yi sevmeyen biri olsam da karakteriyle BDP'nin tamamen önüne geçmiş ve marka bir değer olmuş olan güzel insan Sırrı Süreyya Önder de parka giriş yaptı. Bir kaç şey söyledi. Halk iyice çoştu. Keyifler had safhadaydı. Çarşı grubu alana gelmiş taraftar sloganlarıyla insanları iyice çoşturuyorlardı. Yerlere oturmaya, bu durumun keyfini çıkarmaya başladık.

Beyaz Bir Duman ?

Bir anda arkamızdan tamamen sebepsiz ve gereksiz yere ufak bir patlama sesi duydum. Gayri ihtiyari irkilip parkın giriş kısmına baktığımda havada yay çizerek aşağı hızlıca düşmekte olan biber gazını gördüm. İnsanlar neden atıldığını anlamadılar bile. Kenara çekilip parkı insanlara açan polis, içeride milletvekilleri de varken parka hiç gereği, hiç bir sebebi olmadan işte tamamen "KEYFİ" bir sebeple sadece bir tane gaz bombası attı. İnsanlar koşuşturmaya ve gerilere kaçmaya başladı. Eğer ki bir taşkınlık olduysa halk arasında: "Neden sadece 1 tane gaz bombası atılır?", diye sorguluyor insan işte. Madem polis "KEYFİ" hareket etmedi: "Neden sadece 1 tane bomba atan polis park alanına giriş yapmamıştı?" Bu yüzden işte "KEYFİ" bir hareketti bu. Maskesi olan göstericilerden biri o bombayı park dışına fırlattığı anda peş peşe patlama sesleri duymaya başladık. Zaten tıklım tıklım olan park, panik ve kaosa girmeye başladı. Polis halen daha parkın içerisine girmemekte, sadece, giriş kapısını tutarak kapana kıstırdığı insanların üzerine gaz bombalarını fırlatmaktaydı. Ve yine o kadar "KEYFİ" atılıyordu ki bu gaz bombaları, bombanın yerden atılması yazılan üzerindeki talimata inatla, insanlar hedef seçilerek havadan gönderiliyorlardı. Böylece sanıyorum ki polis birilerinin kafasına isabet etmesi ve yaralanma  hatta ölümle sonuçlanacak olaylar olmasını istiyordu. Polisin peş peşe attığı gazlardan sonra helikopter sesleri duyulmaya başladı. Gözlerimize inanamadık! Havadan üzerimize park alanına helikopterden gazlar fırlatılıyordu! Zannedersiniz ki ellerimizde sopalar, silahlar var da polise saldırıyoruz da hava desteği gelmiş! O sırada park alanında kaskı veya maskesi olan asıl eylemcilerden dahi sadece 1-2 kişi vardı benim gördüğüm. Onlar da atılan gaz bombalarının tamamını dışarı fırlatamadılar. Çünkü 1 tanesini geri attıkları zaman içinde 3 tane içeri bomba yiyorduk. O dar alana bu kadar bomba atılmasının, hele ki Allah aşkına helikopterden atılmasının mantığı nedir? Birileri bana bunu açıklayabilir mi? Zaten tıklım tıklım dolu olan alandan çıkmaya çalışmak tam bir can pazarına sebep oluyodu. İlk kez karşılaştığım gaz bombasında gözlerim mahvolmuş, önümü göremiyor hale gelmiştim. Gözlerimi açtığım anda gayri ihtiyari acıdan geri sıkıyordum. Yanımda duran tüm arkadaşlarımı kaybettim. Önümde tanımadığım  bir insanın omzuna tutundum. O, beni kenara kadar taşıdı. Zaten herkes tanımadığı, bir önündeki insana tutunuyordu. Kimse birbirini ezerek çıkmaya çalışmıyordu. Ama o kadar yoğun bir kalabalık vardı ki üstüne dumanların etkisiyle nefes alamıyorduk. Öğürüyorduk!!!
Vücud yeterince oksijen alamadığından savunma olarak öğürmek ihtiyacı duyuyordu. Kaçıyorduk ve daha fazla oksijen ihtiyacı hissediyorduk; ancak daha fazla oksijenimiz yoktu! Düştüğümüzü sandım... O an polisler her birimizi joblayacak sandım... Ama işte o kadar "KEYFİ" bir işti ki bu yaptıkları; helikopterden dahi bombalamış olmalarına rağmen parkın içerisine girmiyorlar, insanların durumunu dışarıdan seyrediyorlardı. Gülüp bu durumdan keyif aldıklarına eminim! İnsan düşmanı olduğu millete bile böylesi adice bir hareketi yapmazdı. Bu yüzden sinirliydik! Alana geldiğimiz daha ilk saatlerde, günlerdir insanların burada niye bu kadar öfkeli bir harekete sahip olduklarını, niye inatla direndiklerini anlamıştık. Parkın arka tarafında yıkılmış harifiyat alanına koştu herkes. Gözlerini açamayan bu insanlar o yıkık harfiyat alanından açık demir uçlarının olduğu 3-4 metre yüksekliği olan yıkılmış alandan atlamaya başladı. Nihayetinde yanımıza düşen bir amcanın bacağının kırıldığını anladık. Hemen tanımadığımız insanlar kendi canlarını bırakıp adamla ilgilenmeye başladı. Bacağını bir tahtayla tutturup adamı dışarı çektiler. 

Canı yanan, gözü acıyan, gözlerini açamayan kim varsa buraya gelsin!

Yolda biraz daha iyi durumda olan insanlar ellerinde cam sil kutularıyla hazırlamış oldukları bombanın etkisini azaltan solisyonları insanları durdurarak yüzlerine sıkıyorlardı. Bu insanlar kendi canlarını düşünmeden o dumanın içinde bekleyip: "Canı yanan, gözü acıyan, gözlerini açamayan kim varsa buraya gelsin!", diye bağırıyorlardı. Öylesi bir kaos alanında dahi, tanımadıkları, belki yıllardır karşıt görüşleri sebebiyle çatıştıkları insanlara durup kendi spreylerini sıkıp biraz olsun acılarının dinmesini, en azından gözlerini açıp güvenle yürüyebileceklerinden emin olmak istiyorlardı. Kimin elinde ne varsa birbiriyle paylaşıyordu. "Bir sonraki gazda ben ne yaparım, kendim nasıl korunurum?" bunu düşünmeden bir başkasına yardım ediyorlardı. 

İşte bu yüzden önemliydi bu eylem. O yüzden oradaki insanlar hiç bir partinin elemanı olmadığını göstermişti. O yüzden bu bir halk hareketiydi, basit bir propaganda değildi. Canı yana yana, "bir başkasına daha yardım edeyim", diye parkı terkedip, kendi kıçlaırnı kurtarmayı düşünmüyorlardı. Biz de durduk ellerimizde olan limonları bölerek verdik. Sesini duyuramayan spreyli arkadaşlara yardım edip biz de seslendik: "Gözleriniz yanıyor, açamıyorsanız buraya gelin!" "Canı yanan kim varsa buraya gelsin!" Tüm insanların, en azından görebildiğimiz başka insan kalmadıktan sonra parkı tamamen terk ettik. Park'tan çıkartılan bizlerin yerine polis de girmemişti. Sadece izlemişlerdi yaptıkları hareketi. Neden sonra dört bir tarafa, dağılan arkadaşlarımı aramaya başladım. Herkes bir başka arkadaşını arıyordu. Gözlerimizle bulamayınca, telefonlarımıza sarıldık. O da ne ! Telefonlar çekmiyor! Hatlarımızda bulunan internetlerimiz çekmiyor. Ne whatsapp gibi kanallardan arkadaşlarımıza ulaşabiliyoruz ne de hat şebekesinin kendisinden. Biraz daha uzaklaşıyoruz parktan. Polis tarafından engellenen hatlarımız kullanılabilir duruma geçmesi için. Telefonu bir şekilde çalışanlar hararetle yerlerini tarif ediyorlardı birbirlerine. Bir şekilde ben de telefonumu düzeltebildim ve arkadaşlarımı tek tek toplamaya başladım. Daha fazla öfkelenmiş halde, parkın arkasından çıkıp tekrar Taksim meydanına yürüdük. Şimdi deniyor ki: "Taşkınlık olmuş; yakılmış, yıkılmış!" Allah aşkına böylesi adice ve "KEYFİ" bir harekete maruz kalmış bu insanlar sinirlenince bir kaç yeri kırmış olmaları normal değil midir? İnsanlar öleceklerini düşünüyorlardı yahu! Bir odada dahi nefessiz kalınca gerginleşip dışarı çıkmıyor musunuz? Kapı pencere açmıyor musunuz? Bu insanlar, dışarıda nefeslerini toplayabilecekleri dumansız bir alan dahi göremiyorlardı. Görseler oraya gitmelerini sağlayacak görüşleri yoku. Çünkü acıdan gözlerini açamıyorlardı.  Koas'u düşünün! Neden sonra biraz daha kendimize gelince meydana çıktık tekrar. Baktık ki bir tane bile polis aracı veya polis kalmamış, ne meydan da ne de park'ın çevresinde. Az önce o gazı yiyen kimse, "yeni bir tuzak olur mu?" diye parka girmek istemedi. Sadece bir kaç yüz tane o gaza henüz maruz kalmamış insanlar parka giriş yaptılar.



Bir Siyah Duman ?

Biz Taksim meydanına döndüğümüz sırada, birden Gezi Parkı'ndan simsiyah dumanlar yükselmeye başladı. Herkes daha büyük bir nefret ve öfkeyle park'a doğru koşmaya başladı. Çünkü günlerdir savunduğumuz park ateşe verildi zannedilmişti. Korkulan şeyin olmadığı daha parka varmadan anlaşıldı. Sadece park içerisinde kulübe gibi bir ev yakılmıştı. Polis mi yoksa "kızgın olan aşırılar" mı yaktı bilmiyorum. O konuda bir bilgim yok. Suçu direk polise atacak kadar karaktersiz değilim! Burada eğri oturup doğru yazıyorum. Ne gördüysem, başkasının anlattığından değil, kendi gördüklerimden yazıyorum. Park'ın güvende olduğunu öğrendikten sonra İstiklâl'e doğru hareket ettik.

3. Bölümde Provakatörleri ve Gece Harekatına kadar geçen süreyi anlatacağım. Mutlaka okuyunuz...

Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown
Bugünkü selamım, kimse kusura bakmazsa sadece günlerdir Taksim'de ve Gezi parkındaki insanlara olacak,

Ben Kimim ?

Bugün eve geldiğimde, tüm sorulan sorulara tek tek cevap vermeyi istemediğim için uzunca bir yazı dizisi hazırlamaya karar verdim. Bölümler halinde olacak bu yazı. İstediğiniz kısmından alın okuyun. Benim tavsiyem olayın özünü anlamanız için başından itibaren okumanız. Hoş, ne kadar yazsam da dün, dün gece ve bu sabah saatlerini kelimelerle ifade edebilecek kadar geniş bir Türkçe'miz yok. Dün ve gece yaşanılanlar: insanların müthiş direnişi, bir devlet polisinin keyfi terörü, sadece orada olanların benliğinde ve hafızasında olacak ve onlarda yaşayacak. Yine de dilimiz döndüğünce anlatalım biz.

Öncelikle almış olduğum o kadar "salakça" eleştirilerden sonra şunu açıkca yazmak istiyorum. Ne tek bir özel partiyle, ne de tek bir özel siyasi görüşle uzaktan yakından alakam yoktur. Seçimlerde kullandığım oylar vardır elbette; fakat hiç bir partinin körü körüne tutsağı değilimdir, olamam da. Bunda bir kere anlaşalım; çünkü gereksiz yere CHP'li yaftası yemek istemiyorum. Rahatsız oluyorum...

Asıl Eylemci Profili Nedir ?

Sonra devamında alandaki insan profilinden bahsetmek istiyorum. Halen daha o kadar cahil kafalı düşünen insanları, dün gece ve sabaha saatlerine kadar yaşananlardan sonra gördükçe, ayrı bir sinirleniyorum. Halen olayı partiler çevresinde değerlendirebilen, bu kadar dünya görüşü kısıtlı insanlar yaşıyor aramızda. Bu insanlar, sadece eylemi eleştirenler içinde değil, eylemi yapanlar içinde dahi mevcut. Şunu özellikle anlamanızı istiyorum: Bu olayların temeli, asıl direnişi yapan insanların hiç biri, belli bir siyasi görüşün veya belli bir ideolojinin adamı değildi. Zaten direnişin, bu kadar kuvvetli olması ve bu kadar uzun sürmesinin tek açıklanabilir sebebi, halkın tüm kesimlerinin; kadını erkeği, yalısı genci, farklı taraftar grupları, farklı etnik kökene, farklı dini inançlara, farklı dillere sahip insanları, tek bir amaç için bir arada toplanmış olmasıydı. Bu eylemler hiç bir amaca hizmet etmiyor dahi olsa, bu kadar farklı insan grubunu bir arada toplayabilmiş, birlik sağlanabilmiş olması, üstelik bu yapılırken hiç bir otoriter gücün, hiç bir yönlendirici gücün etkisiyle değil de tamamen doğal bir süreç olarak gerçekleşmiş olması müthiş bir olaydır.

Gelen Boş Eleştiriler...

Eve geldiğimde hem evden hem arkadaşlardan aldığım tepkiler şöyleydi :
Mhp'li arkadaşlar, kardeşim senin Bdp bayraklarının yanında ne işin vardı? Kürt'lerle mi yürüyorsun ?
Muhafazakar arkadaşların kafası, kardeşim orada Tkp bayrakları vardı Kominist mi oluyorsun ?
Chp'li arkadaşların eyleme katılmayanlarının tavrı da marjinal gruplar varken onlara destek olduğumun sorgulanması şeklindeydi.
Akp'li arkadaşlar ise neden sonuç ilişkisini dahi kuramadan, aslında sorgulayabildikleri bir şey dahi olmadan bir dünya eleştiri yaptılar. Şimdi ben hangi birine, neyi anlatayım? Bu kadar kısıtlı bakan insanlara?

Arkadaşlar, Allah için veya Allah'a yakın hangi inancınız varsa ona hürmetten şunu artık anlayın. Olay, özünde hiç bir partinin meselesi değildi. Yukardaki tüm gruplar evet, alandaydı. Evet, yukarıdaki tüm gruplarla beraber gün boyu yanyanaydım. Ben burada şunu soruyorum: "Bu olay, o kadar insani ve o kadar önemliyken sen niye yanımda değildin ? Bu kadar rahatsız oldun madem, niye bu olayların o partilerin propagandasına dönüşmesini seyrettin ?" Onlar tabiki de gelecekler. Ellerinde megafon boş bir meydan. Bundan iyi reklam alanı mı olur? Pek tabi ki de alanda olacaklardı. Hiç bir şey değillerse bile, belli bir insan gücüydü orada bulunmaları. Hiç bir boka yaramamış olsalar dahi, gece saat 12 olmadan alandan kaçıp, sabah 7 de tekrar alana koşmuş olsalar dahi. Neden o grupların işin özünde hiç bir bok yapmamış olduğunu diğer bölümde yazacağım. Niye olayların o grupların çevresinde değil de halkın çevresinde aslında cereyan ettiğini yazacağım. Sadece dün bütün gün ve gece sabahın ilk ışıklarına kadar alanda olan biri olarak bu anlattıklarıma inanın şimdilik.

Peki ya Tüm Bu Eylemlerin Amacı ?

Biraz olsun inandırabildiysem sizi, devam ediyorum. Şimdi insan profilini de anlattıktan sonra, bu eylemlerin amacının ne olduğuna bakalım. "Halen bir park için bu kadar tantanaya gerek var mıydı?", diye soruyorlar insanlar. İşin özünde, aslında, "1 tane ağacın yaprağı için dahi" cevabım kocaman bir "EVET" olurdu. Lakin zaten mesele 2 gün önce "Gezi Parkı" meselesi olmaktan çıkmıştı. Çünkü zaten mahkeme kararıyla bir süreliğine de olsa Gezi Parkı şuanda korunmuş durumda. Mahkemeden çıkan karar doğrultusunda Gezi parkının tek bir çakıl taşına dahi dokunulamamakta. Peki mesele nedir yahu? Mesele, tamamen duygusal artık aslında. Mesele, o mahkeme kararı çıkan süreçte polisin uyguladığı tamamen "KEYFİ" ve orantısız güce duyulan öfkede. Mesele, içeceğim içkinin türüne, hangisinin milli içki olduğuna, hangi saatlerde içileceğine karışılması. Mesele, yıllardır on yaşındaki ilk okul çocuklarını dahi tatmin etmeyen açıklamalarla engellenen milli bayramların kutlanamayışı. Mesele, baştaki devletin, kafasına koymuş olduğu her düşünceyi çok affedersiniz "sikinin keyfine" göre uygulayışı ve bunun karşında boş beleş muhalefetlerin hiç birinin duramayışı. Evet, mesele sadece iktidara duygulan öfke değil, mesele, o iktidarın bu kadar güçlenmesini izleyen muhalefetin de tüm organlarına. Mesele, 1 Mayıs'larda insanlara eylem hakkının dahi tanınmaması. Mesele, en basit konularda dahi eylem yapmak istendiğinde sert müdahale edilmesi. Mesele, bunaltılmış koca bir toplumun artık taşmış olduğu gerçeği. Mesele, bu toplumun başında tek bir insanın egemenliğinin görülmek istenmemesidir. Ama tüm bunlardan çok daha büyük olan bir mesele vardı ki, o da kimsenin bu kadar aşırı yetkilere sahip, tamamen "keyfi" bir merci haline gelen POLİS unsurunu kabul etmemesidir. Mesele, askerin özel alan ve yasak olduğunu bildirip, kendi alanına polis dahi olsa, izin almadan giremeyeceğini bildirdiğinde polisin: "Ben giremiyorsam şimdi, dönüşte buraya da gazlarımı atarım", diyecek kadar küstah olmasıdır. Askerin gayet soğuk kanlılıkla verdiği cevap: "Siz gazları attığınızda, biz de atacak bir şey elbette buluruz !", diye tam kapak kıvamında bir cevapla olayı sonlandırmasıydı. Ya bu tahriklere asker de kapılsa, polis ve asker karşı karşıya gelmiş olsa ? Üstelik o kadar sivil halkıın halen meydanlarda bulunduğu bir anda... Ya gerçek mermi kullanılsa bir anda ve bu iki devlet kurumunun, iki benzer gücün gövde gösterisine dönüşmüş olsa? Ya o asker fevri davranıp silahını, aynı devletin polisine doğrultmuş olsa? Bir polis teşkilatının, küstahlığının ve keyfi hareketlerinin ne hadde vardığını anlamanız için tüm bunları yazıyorum. Askere kafa tutabilecek kadar ileri bir kafa yapısında olan polis, elinde Allah aşkına sopası bile olmayan o halka günlerdir nasıl kan kusturmuş olabileceğini hayal edebiliyor musunuz? Şunu özellikle belirtmek istiyorum: Benim burada amacım polis teşkilatını yerden yere vurup, onları itibarsızlaştırmak değil. Benim de ailemde 3 tane polis şuanda aktif görev yapmakta. Benim bunları yazıyor oluşum bu kadar küstahlığa varan ve bu kadar nefret dolu halkın üstüne giden bir polis teşkilatının olmaması gerektiği. Gerekirse ilgili görevliler görevinden alınmalı ve yeniden yapılanmaya gitmeli bu polis teşkilatları.

Bu Park Neresidir Yahu ?



Gezi parkı'nın bir fotoğrafı olmadan bu yazıyı noktalamak da istemedim. Yıkılıp yerine AVM yapılmak istenen alan böylesi de güzel bir yer. Etrafı tamamen betonarme olan çevresinde benzeri tek bir yeşil alanın olmadığı bir yer. Milyon tane alış veriş merkezi olan, ne arasan bulunan, Taksim gibi bir meydanın hemen yanı başına bir AVM'nin mantığı nedir? Hiç sorguluyor musunuz, bu AVM'de devlet niye ısrar ediyor? Hiç araştırıyor musunuz, bu AVM'nin yapımını hangi şirketler üstleniyor? Hiç sorguluyor musunuz, yapılacak AVM kimlere peşkeş çekilecek. Amaç, güzel ve yeşil bir Taksim meydanıysa, neden güzel bir park mahfedilerek bunun yapılacağı söyleniyor? Taksimin daha da güzelleştirilmesiyse amaç, niye bunu zaten var olan yeşilliği yıkarak yapıyorlar?  Oradan sökülen ağaçların başka bir alana dikildiği, gibi ucuz bir yalanla kendilerini savunuyorlar. Sorguladınız mı bir kere olsun, bu ağaçların dikileceği söylenen diğer alan neresidir? Sorguladınız mı o ağaçlar sökülüp farklı bir alana taşınma işlemini dozer gibi yıkıcı araçlarla, bu konuda özel eğitilmemiş belediye işcileri nasıl yapacaklar? Bu kadar mı ideolojik düşüncenizin körü oldunuz be adamlar? Bu kadar basit dünya görüşü ve kafa yapısına sahipsiniz ? 

Farkettiyseniz halen daha polisin eylemlerinden bahsetmedim. Eylem alanındaki parti ve polis provakatörlerinden bahsetmedim. Çünkü bunlar birer paragraflık yazılar değil. İkinci bölümde bu polis hareketlerinin neden keyfi olduğu ve neden orantısız olduğundan bahsedeceğim. Ve yapmış oldukları 2 büyük saldırı hareketinin yaratmış olduğu kaos ve tehlikeyi, olayların tam göbeğinde olan biri olarak, kendi gözlerimle gördüklerimden anlattığım Toplumsal Cinnet: "Gezi Parkı Eylemi" - Bölüm 2 ( Saldırılar: Gezi Parkı ) yazısını da okumanızı şiddetle öneriyorum.

Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown

Devrik Duygular

Sanılanın aksine, eksikti Türkçe...
"Gelmeyen zamanın, gelecek kipi" de olmalıydı,
Seni dilime dolayıp, genzimi yakarak anlattığım,
                                                      her bir cümlede...
Eksikliği, hatta anlamsızlığı bu sebepleydi belki de,
Size devrik gelen duygularımın, dizilişi kelimelere....

Oysa anlatmadığım, anlatmaya dahi yeltenmediğim,
Ne çok birikmiş; saklanmış ses vardı derinlerde.
Zaten ne siz soruyordunuz yeterince, ilgiyle,
Ne de o samimiyeti görebiliyordum gözlerinizde...

Bilseniz ki resim gibiydi şiir de...
Farklıydı anlamı herkeste;
Sahip olunan, her farklı geçmişte,
           okunduğu her bir saniyede,
               yazıldığı her bir defterde...

Nasıl anlayabilecek, hatta tamamlayabilecektiniz ki,
                                                içimden akanları bana?
Ne beraber yürümüşlüğümüz vardı aynı yolda,
Ne de ıslanmışlığımız, aynı sıcağın altında.
Unuttuklarımız, hatta hatırladıklarımız;
    geçmişe gitmiş her bir saniyemiz dahi,
                  ayrı yitmişken bir diğerinden,
Anlayabilir, hatta tamamlayabilir miydiniz ki,
     eksilmiş, çoktan akıp gitmiş olanları taa derinlerden?


Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown

Zorunlu Ayrılıklar


Selamlar Şanslı Doğan'lara bir kere daha,

Bugün epey yorucu ve eğlenceli bir gün geçirdim. Üniversite eğitim hayatımın son demlerini yaşıyorum artık. Zira dersler geçen hafta itibariyle bitti. Son ders projemizi teslim ettik. Son quizimizi yaptık. Son finalimizi de yarın yapacağız. Bundan mütevellit arkadaşlarım hiçbir sınava, birkaç gün öncesini geç, bir gün bile öncesinde çalışmayan beni, çalışma bahanesiyle dışarı çıkardılar. Bir saat kadar çalıştıktan sonra hasret gidermeler, eski günlerden konuşmalar felan fistan başladı. Sonra Kadıköy'ün altını üstüne getirerek dolaşmaya başladık. Salakça bir enerji vardı üzerimde. Yollardaki demir engellerin üzerine çıkıyor, atlıyor muzurluklar yapıyordum çocukça. Dönüşte moda sahilin üst kısmında kafelerın arkasında bir park gördüm ve girdik oraya. Haziran'da 23'üne girecek olan ben ve zaten çoktan 23 olmuş diğer arkadaşlarım salıncaklarda sallanıp tahterevallilere binmeye başladık. Çocuklar gibi eğlendik orada. Şaka maka böyle bir şeyi yapmayalı yıllar olmuş. Ne çok salakça şeyi dert etmeye başlamıştım oysa son yıllarımda. İlk okul yıllarıma bir özlem duydum yine orada sallanırken. Zira hep dediğim gibi hayatımın en harika yıllarıydı. Aklımda kalan tek bir kötü gün olduğunu hatırlamıyorum o zamanlara dair. 


Büyüdükçe sorunlar da dertler de kendimle ilgili gerçekler de birer birer gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Hepsiyle de bir şekilde ilgileniyoruz şimdi, çok şükür. Zaman zaman ağır geldiği vakitler olsa da hayatın yine de yaşanır olduğunu, bugün bir kez daha anladım. Zira hayatı yaşanır kılan arkadaşlara sahiptim. Her ne kadar çok arkadaş kaybediyor olsam da benim tüm sıkıntılarıma sabreden 4 seneden beri küsmeyi bir kenara bırakın, bir kere bile darılmadığım 2 tane harika insana sahiptim. Geçen sene ilk defa ayrılırken onlardan üzülmüştüm. Mezuniyet töreninden sonra bir daha bu günleri yaşayamayacağımızı bilerek ayrılmak çok daha fazla koyacak; bir kere daha, biraz daha yalnızlaşacağım. Zira biri Bursa'ya ailesine dönecek, diğeri Amerika'ya kardeşinin yanına gidecek. İkisi de sürekli yanlarına gitmem için çağırıyorlar daha şimdiden. Ara ara mutlaka görüşeceğimizi söylüyorlarsa da onlar da eminim içten içe biliyorlar ki bir daha eskisi gibi haftada 2-3 kere buluşmalar, kendimizce eğlenmeler veya tadına doyamadığım, keyiflice sohbetlerimiz olmayacak. Aşk'ta olduğu gibi ben, dostlukta ve diğer tüm güzel şeylerde de mesafenin her şeyi öldürdüğü inancındayım. En çok da bu yüzdendir, bu şehirden hiçbir şekilde ayrılmak istemeyişimin sebebi. Zira bir kere  gittiğim vakit, döndüğümde zaten yakın olmayan arkadaşlık ilişkilerime biraz daha fazla mesafe katmış olacağım gibi hissediyorum. Velhasıl kelam artık yılda 1-2 kere görüşebilirsem bu güzel insanlarla şanslı sayacağım kendimi. Herkesin kendi yolunda gitmesi gerektiği bir yol ayrımına daha gelmiş bulunuyordum. Bu yaz bir işe başlamalı, yıllardır hayalini kurduğum şeylere artık daha fazla yaklaşmalıydım ben de. Hayat her geçen gün biraz daha ilerlerken tüm hızıyla, her ne kadar geçmiş özlemlere ıslak gözlerle bakıyor olsak da gelecek değil miydi o geçmişi de bize getiren. Kim bilir daha ne güzel insanlar girecek hayatıma. Bu düşünce bir şekilde devam etmesini sağlıyor insanı. Ben kendimi yalnızlaştırmak da bu kadar ustayken, umarım onlar gibi bir başka insanlarla daha tanışma fırsatı yakalarım. 

Bugün tuhaf bir şekilde onlara gerçek kimliğimden de bahsetmek istedim. Eminim, adım gibi eminim bundan zerre kadar da gocunmayacak çocuklar ikisi de. Belki bir nebze üzülecekler; ama asla karşı çıkmayacaklarına ve destek olacaklarına adım gibi eminim. Fakat gider ayak onları dostluğumuza dair sıkıntılı bir anıyla göndermek istemediğimden mi bilmiyorum boğazımda düğümlenip kaldı bu düşünce. Çünkü yıllar sonra bir muhabbette adım geçtiğinde beni: "Ha şu sonradan gay olduğunu öğrendiğimiz Gökhan mı ?", diye değil de çok daha güzel anılarımızla anmalarını isterim. Bu eşcinsel kimliğimden utanıyor olduğumdan değil; fakat, dürüst olun, hanginiz isterdiniz ki dostluğunuz bir muhabbet sırasında hatırlanırken sadece eşcinsel kimliğinizin akıllarda kalmış olsun?

Söyleyemesem de en azından onlara biraz ipucu vermem gerektiğini düşündüm ve ayrılma vakti okuduğum kitabın yeni bittiğini ve kitap almak istediğimi söyledim. Doğruca Kadıköy'deki  Seyhan Müzik Kitap Evine girdik. Doğruca geçmişte utana sıkıla ama kendimce büyük cesaret göstererek almış olduğum Ayşe Kulin'in Gizli Anların Yolcusu kitabının olduğu reyona yürüdüm. Arkadaşlarım da peşimden. Kitabı elime alıp: "İçerisinde çok güzel bir kaç şiir vardı, adamın ismini hatırlayamadım", dedim. Açtım yalandan bir tanesini ve Tekin Gönenç olduğunu sanki unutmuş gibi: "İşte burada... Bu adamın şiir kitabını almak istiyorum", dedim. "Tamam soralım görevliye", dediler. "Bu arada bu kitap eşcinselleri anlatıyor mutlaka okumalısınız, gerçekten harika bir kitap", dedim. 

Hoş bir eşcinsel olarak Ayşe Kulin'e o kitabı okurken epey bir laf söylediğim olmuştu. Zira kitaptaki eşcinsel karakterlerin; yaş farkı, birinin zenginken diğerinin paraya ihtiyacı oluşu, genç çocuğu paraya ve pahalı hediyelere düşkün, kaprisli bir çocuk gibi yansıtışı ve eşcinselliğinin bir tecavüz girişimi sonrası olduğunu anlatması ve hele ki kitabın pek çok yerinde "o yolun yolcusu" ifadesi çok fazla canımı sıkmıştı. Tüm bunlar bildiğiniz homofobik ifadelerdir. Bunu okuyan bir hetero kişi aklında paraya düşkün bir gencin yaşlı ama iyi görünen ve zengin bir adama yanaşması aklında kalacaktı. Hele ki çocuğun tecavüzle eşcinselliğini tanıması herkesin böyle eşcinsel olduğu algısı yaratacaktı. Bu yüzden kitabı okurken o kadar fazla sinirlenmiştim ki bırakmak istedim, uzunca bir süreden sonra ilk defa bir kitabı. Yine de sabır edip okuduğumda son 100 sayfasında epeyce bir toparlamaya başladı Ayşe Kulin kitabı. Devamında Bora'nın Kitabını okudukça ise eşcinselliğinin başlangıç noktasının hikayesini değiştirmesi vs ve Bora'nın yaşadığı sıkıntılara ve bunlardan kurtuluşunun üzerine odaklanmasıyla bir anda aşık olduğum bir kitaba dönüşmüştü.

İşte bu sebeple başta nefret etsem de sonrasında sevdiğim iki kitabı da tavsiye etmiştim hetero arkadaşlarıma. "Zaten...", dedim. "Kitabın baş harfleri G.izli A.nların Y.olcusu - GAY - oluyor." Kız arkadaşım atıldı: "Aaa !!", dedi. "Sen böyle kitaplar mı okuyorsun?", dedi. Bu bende hayal kırıklığı yaratsa da delice bir cesaret de verdi. "Kadının eşcinselleri anlatması kötü bir kitap olacağı anlamına mı geliyor ki?", dedim, alaycı ve sinirli bir ses tonuyla. Erkek arkadaşım da atıldı. "Ben de okudum onu, hatta devamı..." dedi ve eline bir kitap daha aldı. Elindeki kitaba baktığımda biraz daha fazla şaşırdım çünkü Bora'nın Kitabı'nı  elinde tutuyordu ve "Devamı da bu", dedi. "Bu daha sağlamdır, okumayanınız varsa, okumalı", dedi. "Evet", diyebildim sadece  gözlerimi kaçırarak: "Ben de okudum işte", dedim. Kız iyice hayretle baktı bize. Sonrasında hava değişsin diye biraz: "Hadi şu şiir kitabını bulalım", dedim ve görevliye sormaya gittik. 10 dakka kadar bizi beklettikten sonra kitabın var olduğunu ama maalesef bulamadığını söyledi. Üzüldüğüm biraz yüzüme yansımış olacak ki erkek arkadaşım Murathan Mungan'ın Aşkın Cep Defteri adlı minik kitabıyla geldi yanımıza. "Al kanka, bunu okursun", dedi. "Bir kaç gün oyalar seni." Murathan Mungan ismini görünce daha bir şaşırarak baktım arkadaşıma. Zira ben eşcinsel olmama rağmen henüz Murathan Mungan okumamışken, arkadaşım bu kitabı da okumuştu. "Bu adam da eşcinsel değil mi yahu?", diye sordum, sanki bilmiyormuş gibi. "Evet", diye yanıtladı beni. "Ama hoşuma gitmişti bu kitap da", diye ekledi. Tuhaf bir şekilde daha bir yakın hissettim o an arkadaşımı kendime. Gay değildi arkadaşım, buna emindim. Zira son günlerde bir kızdan hoşlanır olmuştu. Bana ondan bahsedip, sıkıntısını ve mutluluğunu paylaşmıştı. Sevinmiştim onun için. Ama peki ya biseksüelse ? Öyle veya böyle ne farkederdiki. Belki çok daha fazla yakınımda olabilirdi ve yaşadığım ikinci hayatı onunla da paylaşabilirdim; fakat diyorum ya ne farkederdi artık. Ayrılma noktamıza sayılı günlerimiz kalmışken. O gidecekti taa Amerika'ya ben ise burada kalacaktım. Yazları veya ne zaman boş isem yanına gitmemi ve onda kalabileceğimi söylemesine rağmen bunu yapmayı en azından o an için düşünmediğimi kendisi de biliyordu. Hal böyleyken biseksüel olsa ve daha fazla yakın arkadaş olsak dahi arada o kadar mesafe varken ne farkederdi? O yüzden çok fazla şaşırmış olsam da yine de ses etmedim ve kitabı alarak çıktık. Metro da dönerken çok fazla konuşmadık. Sadece tabletindeki resimleri benim hafıza kartıma atmayla uğraştı ve gün boyu çektiğimiz çocukca ve ağır bir çoğunluğu komik olan resimlere bakıp gülüştük. Güzel bir gün daha sığdırmıştık ileride hatırlayıp, iç çekerek özlem duyacağımız mazimize. Daha o günler gelmeden, o günlerin sıkıntısını hissediyorum bu yazıyı yazarken. 

Birbirini iyi anlayabilen, kavga dahi etmemiş olan insanlar birbirlerinden ne olursa olsun ayrılmamalılar. Bir gün zaten nihayetinde öleceksek hepimiz, ayrılışımız bu sebeple olmalıydı. Şimdi düşüncesi bile korkutuyor ve daha bir koyuyor bana, çok sevdiğim iki insanı daha kaybedecek oluşum. Bu sefer sebebi ben değilim veya onlar da değil; ama zaten artık yanımda olamayacaklarsa hangi sebeple olduğu bir şey farkeder miydi ? Sevin yanınızdakileri abi ve bunu şimdi söyleyin. Öyle veya böyle günü geldiğinde bir şekilde onlardan da ayrılacaksınız... "Ne kadar sevdiğimi, ne kadar da az hissettirmişim !" diye kendinize sitem etmeyin sonra. Ne kadar zor ve geç öğreniyorum her şeyi ben... Ah ben...!

Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown

Gece Yürüyüşleri


Ayakkabılarımı ayakkabılıktan alırken çıktığımı gören annem içeriden hafif meraklı bir suratla; ama aslında öylesine sorduğu çok belli olan ses tonuyla sordu: "Nereye gidiyorsun, bu saatte?" "Nereye gidiyordum, saat akşamın 10'nunda." Pek çok arkadaşımın zaten bu saatte evde olmadığını bildiğimden bu soru çoğu zaman canımı daha çok sıkardı. Sanki kafamda dönüp duranlar yetmiyor gibi! Kafamı önüme çevirdikten bir kaç saniye sonra: "Arkadaşıma!" dedim. Sesimde - onun öylesine sorduğu çok belli olan ses tonuna - sanki bilinçsizse bir tepki vardı. Hangi arkadaşıma olduğunu bile sormadı. Çoğu zaman da sormazdı zaten. Gerek mi duymazdı yoksa herhangi bir arkadaşımın ismini söylesem de tanımayacağını bildiğinden gereksiz bir muhabbete daha girmek mi istemezdi, hiç bilmiyorum. Yine de zaten benim de işime gelirdi hep, o kafadayken, bir başka soruyla daha karşı karşıya kalmamak. 

Sessizce giyip ayakkabıları dışarı attım kendimi. Sanıyorum ki merdivenlerden aşağı indiğimi duyan kuzenim cama çıkmış üçüncü kattan merakla aynı soruyu soruyordu: "Abi nereye gidiyorsun?" Fakat kuzenim aslında merakından değil, genelde her akşam bu saatlerde markete gittiğimi bildiğinden, kendisine sigara almak için en iyi fırsatın bu olduğunu biliyor olmasıydı sormasının sebebi. "Arkadaşıma", dedim ona da. Ama onun: "Markete gitmiyorum, inme aşağıya", dediğimi anladığını çok iyi biliyorum. "Geç kalma abi", dedi içten bir şekilde. Biliyorum ki pek çok şeyini bildiğim kuzenim gerçekten sever beni. Tüm ailemizden sakladığı 2. facebook adresinde bir tek benim ekli olmam da bunun göstergesi. O benim ikinci bir hayatım olduğunu bilmiyor olsa da ben onun erkek arkadaşını biraz eski kafalı amcamdan korumak için ikinci bir hesabı olduğunu biliyorum.

Her zaman olduğu gibi telefonumun kulaklığını takıp bir radyo arayamaya başladım. Telefonuma format attığımdan beri, yedeklemeyi unuttuğum tüm mp3'lerim silinmişti. Canım zaten sıkkınken bir de insallah saçma şarkılar çıkmaz umuduyla bir kaç radyo istasyonuna baktım. Tam sevdiğim şarkıları çalan bir tanesine denk geldim bu akşam, çok şükür ki! Kaç akşam düzgün bir şarkı bile bulamadan yürüdüğüm olmuştu. Zaten öylesi kafamdaki düşüncelerin üstüne şarkısız kalmak çok pis koyuyor adama.

Yürüdüğüm güzergah da değişmişti zamanla, tıpkı her geçen gün daha fazla değişen ben gibi. Yolda aklıma geldi. Kendimi bildiğimden beri canım sıkıldıkça, kafam bozuldukça bunu en yakınım diyebileceğim insanlara bile anlatmak yerine gecenin bir vakti yürümeyi tercih etmişimdir. İnsanlara anlatmayı sevmiyorum. Anlayamadıklarını düşündüğümden mi, boş tavsiyelerine kulak vermek istemeyişimden mi, yoksa kimseyi kendime bu kadar yakın hissetmediğimden mi bilmiyorum... Eskiden boyuna yolunu arşınladığım yol, eskiden bu kadar popüler olmayan bakımsız bir parktı. Daha sonra belediyenin el atmasıyla epey bir güzelleştirdiler. Akşam 12'den önce de boş olması için havanın kötü olması gerekiyor artık. Oradan da hayatımın en güzel yıllarını geçirdiğim ilkokulumun etrafındaki yolu dolanarak, ilkokula devam ederken eve döndüğüm yolu takip ederek dönerdim. 

Lise yıllarımda yürümemin sebepleri şimdikine kıyasla daha kolay çözülebilir şeylermiş gibi geliyor. Bunların çok büyük sebebi orta okulun sonlarında aşık olduğum çocuk olan mahalle arkadaşımı unutmak istememdi. Bazı günler çok ağır geliyor, kaldıramıyordum. Zaten konuşabileceğim kimsem de yoktu o zamanlarda. Yürüyordum ben de başka çarem olmadan. Bir süre sonra bunun yerini Öss'nın stresi almaya başladı. Yürüyüşümün sebebi de yürürken ettiğim dualar da kendi içimde yaptığım tartışmalar da değişmişti. En büyük sıkıntım buydu çünkü artık. Öyle veya böyle bir şekilde üniversiteyi de kazandım. O yıllarda hayatımın belki de 4 yılını bok edecek bir adak adamıştım Allah'ıma. Eğer ki üniversitede herhangi bir bölümde okumak nasip olursa aşk için bir kere bile dua etmeyecektim O'na. Dedim ki bir gece yatmadan önce: "Allah'ım bir üniversitede okumamı ve başarılı bir şekilde bitirebilmemi nasip et, istersen başka bir erkeğe aşık etme bu süre boyunca beni." O kadar çaresizce edilmiş bir adaktı ki bu, istediğim üniversitenin veya bölümün adı bile geçmiyordu içinde. Neresi olursa "eyvallah" diyecektim, bir yerde. Ne kadar kafamı bulandırmış olduğunu anlayın. Ki derslerimin de pek çok arkadaşıma nazaran iyi olmasına rağmen etmiştim bu duayı. O adağı adamadan yaklaşık bir yıl kadar önce, en son aşık olduğum çocuğu, düşünüyordum zaten. Nasılsa o sırada vardı aşık olduğum biri, aşık ol-a-madan geçecek yılların endişesi ve boşluğu düşündürmüyordu beni. Her ne kadar beni biliyor olmasa da! Üniversiteyi kazanmamla beraber artık yürüyüşlerimin iki sebebi kalmıştı. Biri babamla yaşadığım tartışmalar ve üç yıldan fazla süren dargınlığım, diğeri artık olmayacağını bir şekilde anlamış olduğum, son aşık olduğum çocuğu, unutmaya çalışmak. O adaktan dilimin yanmasından mütevellit artık sürekli dua eden insanlar gördüğümde: "Ne dilediğine çok dikkat et, Allah'ın kabul edeceği tutar, üzülürsün", diyorum. Çoğu zaman bu söz onlara anlamsız geliyor, ben de anlatmaya çalışmıyorum. Zaten anlatsam kaçı anlayabilir ki. Bu akşam yürürken düşündüğümde neden bilmiyorum; ama o zamanlar dert ettiğim şeyler o kadar basit şeylermiş gibi geliyor ki aklıma. Zira bu akşam çok daha karmaşık ve aklımı kurcalayan şeyler yüzünden yürüyorum.

Yürüdükçe evimden uzaklaşıyor oluşum, sanki bir şekilde ruhumda tüm sıkıntılarımdan uzaklaşıyor olduğum hissi yaratıyor. Nasılsa yolun sonunda tekrar evime ve dertlerime döneceğimi bilsem de, yolu yürümüş olmanın verdiği bir miktar yorgunlukla ve çok daha baskın şekilde o kafamdaki sesleri yürüyüş boyu dinlemekle bir şekilde artık susturmuş oluyorum hepsini. Bunu aslında pek çoğunuzun anlayabileceğini düşünmüyorum, O yüzden çok daha fazla anlatmayacağım, niye yürüdüğümü. Zira hepiniz canınız sıkıldıkça bunu başkalarına anlatıyorsunuz. Bana da anlatıyorsunuz. Ancak işte bazılarımız başkalarına anlat(a)mıyor, hoşlanmıyor. Benim gibi insanların tek çıkış yolu da işte böyle kafalarını boşaltabilecekleri başka bir şey bulmuş olmaları oluyor. Gece yürüyüşleri gibi...

Yürüdüğüm yolun ilk durağı olan güzel parkın artık keşfedilmiş olup, akşamları dahi kalabalık olması mı, yoksa ilkokulumun yıkılıp yerine çok daha modern başka bir okul inşaa edilmiş olduğundan bana olan aitlik duygusunu yitirmesinden midir bilmiyorum bir süre sonra o güzergahı değiştirmeye başladım. Artık tam tersi bir nokta olan üniversiteye gitmek üzere minibüse binmeye gittiğim yol üzerindeki bir parka oradan ise yolu epeyce bir uzatarak oturduğum semtin neredeyse tamamını dolaşarak evime dönüyorum. Bu seferki parkım çok daha afilli aslında. Oturduğum semti tam tepeden görüyor. Yürüdüğüm saati de göz önüne alınca bulunduğu tepeden, tüm hayatımı geçirdiğim semti ışıklar içinde görüyor olmak ve tuhaf şekilde beton yığınlarının öylesi her renkteki ışıklarla parlaması hoşuma gidiyor ve rahatlatıyor beni. Her yürüyüşümde mutlaka bir süre burada vakit geçiriyorum. 

Şu sıralar bu yürüşlerimin sebebi; ne bir okul derdi, ne babayla yaşanan sürtüşmeler, ne unutulmaya çalışılan eski bir sevgili. Tüm bunları çok da güzel bir şekilde aşmış durumdayım. Zira bir üniversiteden bu yaz mühendis olarak mezun olmak üzereyim. Pederle işler olabileceğinden çok daha iyi bir şekilde gidiyor ve öyle sanıyorum ki üniversiteye başlarken adamış olduğum adağın sonucu olarak en son aşık olduğum çocuktan beri 4 senedir zaten bir başkasına  da aşık ol(a)mamıştım. Artık sorumlusu olarak bunu gösteriyor ve tüm bu yalnızlığımın, diplomamı aldığım gün biteceğini düşünüyorum. Zira Tanrı ile yapmış olduğum bu tek taraflı anlaşma sadece üniversite yıllarını kapsıyordu. Belki de bu şimdilik kendimi kandırmak ve rahatlatmak için öne sürdüğüm bir oyalama, bir başka yalandır. Tanrı'nın beni umursamış olup, o adağı kabul ettiği bile meçhul çünkü. Yine de o adaktan sonra üniversiteye girmiş olmak ve tabiri caizse "yatarak" çok iyi notlarla üniversiteyi noktalama noktasına gelmiş olmak bu inancımı kuvvetlendiriyor. Sanki hep ilahi bir güç varmış gibi bu olayda :P  

Velhasıl kelam sebep bunlar değil. Bugünlerdeki yürüyüşlerimin sebebi çok daha canımı yakan başka birkaç şey: Şu yaşıma kadar toplumdaki "iyi insan" olmak uğruna kaybettiklerim, eşcinsel kimliğinin yaşamıma yerleşmeye başlamasıyla kaybetmeye başladığım şeyler ve 2 sene öncesindeki kabullenme sürecimdeki o sancılı soruların bir kısımlarının tekrar tekrar önüme gelmiş olması. Ki bunlar aslında çok daha ayrı bir yazı konusu. Belki bir kaç gün sonra yazarım. Açıkça söylemem gerekirse bu sorular - gerçekten eşcinsel olup olmadığımı sorgulamaya - kadar bile gidiyor. 2 yıl önce bu iç kavgayı eşcinselliği kötüleyerek, o kimliğimden nefret ederek, bir eşcinsel olmayı red ederek yapıyordum. Şimdiyse şaşırtıcı bir şekilde hızla benimsediğim bu kimliği kaybetme korkusuyla yapıyorum. Zira bir ilişki dahi yaşamamış olmak, bir başka erkeğe kaç yıldır tekrar aşık olamamak yavaştan bende aslında belki de bir eşcinsel olmadığım algısını yaratıyor. Billiyorum ki bunları okurken kızıyorsunuzdur. Halen daha kendini bulamamışsın diye. Kendisini bulmayan biri - bu kadar - bu hayatın içerisinde olmaz. Ne olduğumu biliyorum. Sadece benim korkum; kendi içimdeki bu tartışmanın eşcinselliğimi bir şekilde bastırıyor olması. Üstelik istemediğim halde. Böyle bir şey istense de yapılabilir mi zaten, "eşcinsel olmaktan vazgeçilebilir mi?", gibi absürt sorular sormayın veya böyle eleştirmeyin. Pek tabii ki ben de biliyorum olmayacağını. Sadece bu, belki de çok da iyi kelimelere dökemediğim tuhaf ve çok fazla can sıkan, içinden çıkılmayan bir his. Bunaltıyor, yoruyor beni. Çok değişken ruh halimin de verdiği etkiyle bir anda çok gereksiz şekilde insanlara agresifleşebiliyorum bu düşünceler yüzünden. Zaten insanları kendimden uzaklaştırmak istediğimde bunu çok profesyonel bir şekilde yapabildiğimi de düşünürsek, böyle günlerde sadece muhabbet etmeyi bile deneyen arkadaşlarımı kırdığım çok olmuştur. İşin en boktan yanı ise, umursamaz yanımın da tavan yapmasıyla, ne kadar değerli olursa olsun benim için, böyle günlerin birinde kaybettiğim kimse için üzülüyor olmamam. İkizler burcu olmanın bir getirisi midir bilemiyorum bu kadar karmaşık ve değişken olmak da ayrı yıpratıyor insanı. Köpekler gibi sevip, gecenin bir vakti arasa, sıcak yatağını bırakıp yanına koşabilecek kadar sevdiğim insanları dahi böylesi bir anda gözümü bile kırpmadan silebiliyor olmak hep korkutuyor beni. Şimdilerde kolayca arkadaş edinebiliyor ve bir şekilde, tam anlamıyla olmasa da, yerlerini doldurabiliyorken ilerleyen yaşlarımda bu kadar sık arkadaş kaybediyor olmak ve yerlerine yenileriyle tanışamadığım günlerde çok fena götümde patlayacak bu durum. Bugün "Da Vinci Demons" dizisini izlerken bir replik sanki bana söyleniyor gibi hissettim. "Düşmanlarımızla barışmak için sebep bulmayı öğrenirken, dostlarımızla barışmak için bunu yapamıyoruz" gibi bir şeydi. Tam hatırlayamasam da. Yine de ana fikir, düşmanımızı bile affedebiliyorken bir zamanlar canımız olan insanları affetmeyi beceremiyor oluşumuz. Ancak ben bunu niye yapamadığımı çok iyi biliyorum. Pek çok insan beni kindar olarak tanıyor. Yapılan tek bir hatayla kaybettiğim onca arkadaşım, o hatayı unutamadığımı, ondan dolayı affedemediğimi düşünüyorlar. Ancak ben kindar değilim aslında. Bir şekilde, çok fazla önemserken, yapılan hatayı kaldıramayıp sildiğim vakit o insana karşı duygusuzlaşıyor oluşum tek gerçek. Tüm sevgim bıçak gibi kesilmiş olmakla beraber tüm nefretim de gidiyor. Keşke nefret edebilsem en azından ve insanlar özür dilediğinde affedebilip, devam edebilecek bir yolum olsa. Tüm bu karakter yapım ve içimdeki tartışmalar şu sıralar oldukça beynimi dolduruyor. Ne yaptığım şeylere konsantre olabiliyorum ne de keyifli bir günün ardından bile olsa huzurlu yatabiliyorum. Öyle ki artık kalan üç beş arkadaşımı ne zaman kendimden uzaklaştırmaya başlayacağımı merak ediyorum ve bu korkuyla devam etmeye çalışıyorum.

Tüm bunlara rağmen her zaman dediğim gibi en büyük lanetim ve hediyem olan ikizler burcunun özellikleri sayesinde bu yazıyı yazıp, imlasını bile düzeltmeden çok daha önce şu yazdıklarımın bir tanesi bile aklımda olamayacak. Bunları yazarken veya yazmadan önce yürürken, çok yoğun bir şekilde hissettiğim; yalnızlık, korku, kendine nefret, kaybolmuşluk hislerinden zerre kalmayacak. Bir kaç saniye sonrasında yine dünyadaki en keyifli insanlardan biri olacağım. İşin en tuhaf yanı bu değişiklik kendimi kandırıyor oluşumdan değil. Gerçekten de öyle hissettiğim için oluyor. Şimdi bu lafları ederken bir kaç saat içinde harika hissetmeye devam edeceğim. Sonra ertesi gün olacak ve ertesi gün. Yine bir yerde bu duygular aynı yoğunlukta bir şekilde kafamın içinde dans edecekler. Yine tüm dünya kararacak çevremde, yine kaybettiğim insanlar olacak ve sonrasında yine aynı harika dünya! Böylesi absürd, böylesi şizofrenimsi, böylesi benim bile anlam veremediğim bir dünyam var. Bunları yazıyor olmamın sebebi ise, bazen arkadaşlarımdan şu yorumu çok fazla duyuyor oluşum :"Oğlum çok harika bir hayatın var, arkadaş ilişkilerin çok iyi. Çok seviliyorsun. Karakter yapın çok güzel, hiç kimse için kendini sıkmıyorsun" vesaire, vesaire. Değil işte arkadaşlar. Davulun sesi uzaktan hoş geliyor size. Benim davulum patlak, sizin bundan haberiniz bile yok. Sadece bilin istedim. Bilinen ama çok hoşuma giden bir sözle bitireyim. "Dert çük gibidir. Hep en büyüğü kendinizin ki sanırsınız." Hepimizin sıkıntıları var. Bugün benim eskilerine güldüğüm gibi bugünkülere yarın güleceğim gibi sizler de bugünkü dertlerinize güleceksiniz günün birinde. Sadece bunun bilincinde olun ve kimsenin hayatına imrenmeyin. Herkes kendi hayatıyla özel, kendi hayatıyla güzel. Sahip olduklarınızın kıymetini bilin. Ben bil(e)miyorum.. Sürekli kaybediyorum..

Tüm Yorumlar

İçinde Halen Daha Temiz Kalmış Bir Şeyler Saklayan Blog Sahibi "Gökhan elKhalisi" (:

Unknown